28 Aralık 2009 Pazartesi
27 Aralık 2009 Pazar
RUBAİLER'den
5
Sarılıp yatmak mümkün değil bende senden kalan hâyale.
Halbuki sen orda, şehrimde gerçekten varsın etinle kemiğinle
ve balından mahrumedildiğin kırmızı ağzın, kocaman gözlerin gerçekten var
ve âsi bir su gibi teslim oluşun ve beyazlığın ki dokunamıyorum bile...
7
Bu bahçe, bu nemli toprak, bu yasemin kokusu, bu mehtaplı gece
pırıldamakta devamedecek ben basıp gidince de,
çünkü o ben gelmeden, ben geldikten sonra da bana bağlı olmadan vardı
ve bende bu aslın sureti çıktı sadece...
İkinci Bölüm'den...
4
Geçmiş günün hasretini çekmem
-yalnız bir yaz gecesi bir yana-
ve gözümün son mavi pırıltısı bile
gelecek günün müjdesini verecek sana...
5
Ben, bir insan,
ben, Türk şairi komünist Nazım Hikmet ben,
tepeden tırnağa iman,
tepeden tırnağa kavga, hasret ve ümitten ibaret ben...
Üçüncü Bölüm'den...
1
İnsan
ya hayrandır sana, ya düşman.
Ya hiç yokmuşsun gibi unutulursun
ya bir dakka bile çıkmazsın akıldan...
4
Gün iyiden iyiye ışıdı artık,
tortusu dibe çöken bir su gibi duruldu, berraklaştı ortalık.
Sevgilim, sanki seninle yüz yüze geldim birdenbire:
aydınlık, alabildiğine aydınlık...
Nazım Hikmet
23 Aralık 2009 Çarşamba
gerçeklik, delilik... ama asıl sözüm Sanço Panço'lara
nereden alıntılandığı, kime ait olduğu bilinmeyen ama bana pek bir denk düşen ufak bir yazı... diyelim ki bana dair, diyelim ki kaçışımın nedenseli, belki de yönü... "deliliğe" ...
bu yazıyı hayatıma sokan ömür'e tekrar teşekkürler...
22 Aralık 2009 Salı
Ankara, Mon Amour!
15 Aralık 2009 Salı
bir şarkı, sözleri ve Sabahattin Ali...
bu sefer ki sevdalara götürmedi beni ama... "Üşür Ölüm Bile", çoğumuzun Ahmet Kaya'dan dinleyip, tanıdığımız bir şarkı ama kesinlikle en güzel bestesi ve yorumu Hasan Yükselir'e ait.
sadece merak ettim az evvel bu parçayı ard arda dinlerken, "acaba kaçınızın aklına Sabahattin Ali'yi getirmekte bu parça" diye.
bir parça bahenem oluverdi hemen sözlere verdim kendimi, ardından da kitaplığa uzanıp Sabahattin Ali'yi aradım raflarda. önce şarkının sözleri ardından da bir kaç öneri gelecek benden...
13 Aralık 2009 Pazar
ben yine eskilerden dinledim...
ankara yağmura teslim, ben de yağmura :) sokakları arşınladım iki gün... şemsiyem, ben, yağmur, yerdeki yapraklar ve iyice çıplaklaşan ağaçlarıyla ankara sokakları...
ama bugün çok soğuktu, gezintim kısa sürdü o yüzden. günün geri kalanı ise sıcacık bir kahve eşliğinde pencere önünde geçti, bir de Ezginin Günlüğü ile...
1985 çıkışlı Seni Düşünmek albümü ilk dinlediğim albümüydü Ezginin Günlüğü'nün. Emin İgüs, Şebnem Başar, Güneş Uras, Nadir Göktürk, Tanju Duru ve Cüneyt Duru ekibi ile tanıdım onları, o muhteşem ekip ile... Yeri dolamayan bir albümdür benim için "Seni Düşünmek".
Gökte Uçan Huma Kuşu'nun tiz bir çığlık ile taa derinlere işleyen yorumu, A. Kadir'e (Gelen Benim), Nazım'a (Seni Düşünmek) kendinizi teslim ettiğiniz o anlar, bir de Emin İgüs'ün yorumu bir başkadır bu albümde, hele ki ilk dinleyişinizde 15inizde iseniz hayalleriniz, platonik aşklarınız şekilleniverir hemen bu albüm ile. Artık şarkı söylemek istersiniz, bilinmeyen ülkeye varmak, gelmemiş olanı orada beklemek istersiniz.
Dinlerken bir kez daha tekrarladım; "yeri dolmayacak"...
beklemek, olanı ya da olacak olanı, gelmeyeni, gelmesi isteneni... ancak bu bitiriş yakışır bu albüme... bitmemek üzere, beklemeye devam ederek
8 Aralık 2009 Salı
Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra
Umut Gibi İnsanlar
"Isıtan bir şeyden değil yakan bir şeyden söz ediyoruz. Kusura bakma ama Selma, Umut gibi insanlar kimseyi mutlu edemez, kendileri de mutlu olamaz. Bu tür insanların en çok duymak istedikleri şey, 'Böyle bir dünyada yaşaman mümkün değil' cümlesidir. Bunu büyük bir övgü olarak görürler..."
Selma dinlemiyordu. Umut'un boş bir meze tabağının altına sıkıştırdığı paraya bakıyordu. Böylesi daha mı iyi, diye düşünüyordu, o yakıcı sıcaklığın geride kalması. Vücudunda bir yerlerde, kalbinde değil başka bir yerde, küçük, sıcak olamayacak kadar küçük bir noktaya dönüşmesi Umut ile yaşadıkları her şeyin. Daha mı iyi çıplak ayaklarını yakan geniş kumsalın bitmesi?
Çünkü sonrası büyük, soğuk deniz.
"Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra", s. 71, Barış Bıçakçı
19 Kasım 2009 Perşembe
dünden kalma... doğumgünümde
kaçırmamak mümkün mü? sakin sakin, "ulan ne güzel her planladığımı yerine getirebiliyorum" diyebilmek mümkün mü? benim örneğimde değil... genelleme yapmayı da sevmediğime göre, hep böyle mi gidecek? kafaya takmamalı... böylece yaşamalı, koşturarak, yetişemeyerek, yeni hedeflerin peşinde koşarak, bazılarını yapamayarak, yeni heyecanlar-üzüntüler yaşayarak, ama her dem aşık olarak... her şeye...
saat 18:15, 18 kasım 2009, aklımda bu sorularla 28'imdeyim, biten yaş söylenir derler ya ben deyim 28 siz anlayın 29 farketmez. normal bir gün, yani gün boyu dersten işe, bir o kampüse bir bu kampüse koşturarak ama arada dostların sıcacık, içten doğumgünü mesajlarıyla ısınarak bu saati etmek... ben yine az sonra buluşacağım dost'u beklemekteyim. hep erkenciyimdir, severim sevdiğim mekanlarda bir başıma oturmayı, çevreyi izlemeyi, kitap okumayı... ondan sanırım, ders saatine yetişemeyen biri olarak dostlarla buluşmada hep erkenciyimdir.
eee kasım ayı olmuş, açık havada oturulmaz ama mekan bana yaraşır bir şekilde rengarenk. aslında fasıl dinleme aşkıyla yanıp tutuştuğum zamanlar geldiğim bir yer burası, dost sohbeti eşliğinde bira yudumlaması da güzeldir... eğer açsanız hemen karşıda muhteşem bir cartlak kebap, karşıya geç, tıka basa ye, sonra geri dön biraya devam... daha ne olsun...
eee bir de eski dostlar, anılar, yorgunluğun, karamsarlığın yitimi.. tanıdık bir yüz göründü, yalnızlığıma nokta
13 Kasım 2009 Cuma
Kapital Manga cebimde...
8 Ekim 2009 Perşembe
Vladimir Mayakovski - Lili'ciğim (mektup yerine)
çeviri: ataol behramoğlu
2 Ekim 2009 Cuma
Hüzünle kaplanan zamanlar; Tanju Duru (2 Ekim 2008'in ardından)
Sonunda yılların damıttığı, zaman çemberinden geçmiş besteleri bir albümde topladı; adına da “Duru Zamanlar” dedi. Hayatın içine kapanık, genç emektarı albümünün kapağına kendine en yakışan ve kendini en iyi ifade eden tercihle adını yazmamıştı.
Ölümü değil, hayatı arıyordu
23 Eylül 2009 Çarşamba
23 Eylül ... Neruda
23 Eylül 1973'de, Allende'nin öldürülmesinden 12 gün sonra, evinde göz altında tutulurken hayata gözlerini yumar Neruda... "Yaşadığımı İtiraf Ediyorum" isimli kitapta Allende'nin son anlarını şöyle ifade etmiştir;
"Anılarım için bu satırları çabuk çabuk yazıyorum. Büyük yol arkadaşım başkan Allende"nin ölümüyle sonuçlanan o çileden çıkarıcı olaylardan üç gün sonra öldürülmesinin nedenini gizlediler. Ölüsünü gizlice gömdüler. O ölümsüz ölünün mezarına kadar yalnızca dul eşine izin verdiler birlikte gitsinler diye. Saldırganların yazdığına göre ölü olarak bulunduğunda, kendi canına kıydığının apaçık belirtileri varmış! Fakat yabancı ülkelerde yazılanlar bambaşkaydı. Hava bombardımanından hemen sonra tanklar saldırıya geçmişti. Tek bir adama karşı savaşabilmek için korkularından pek çok tank kullandılar. Şili Cumhurbaşkanı Allende, onları çalışma odasında bekliyordu. Yüce yüreğinden başka kimse yoktu o anda. Dumanlar ve alevler her yanı sarmıştı.
Saldırganlar böylesi bir olanaktan yararlanmalıydı. Saldırganların onu makineli tüfekle biçmesi gerekti. Zira o görevini bırakmamıştı!"
Seçmekte çok zorlandım ama bir şiiri ile son noktayı koyalım...
15 Eylül 2009 Salı
yine bir Ankara sevdalısından...
İnsan Ankara 'da düş kurmadan yaşayamaz da ondan.
Ya yönetimle ilgili bir düşünüz olmalı,
ya mutlulukla ilgili,
ya iyi insanlıkla ilgili bir düşünüz olmalı ya da iyi sanatçılıkla ilgili.
Düşlersiz yaşanamaz Ankara 'da:
çünkü ufuklar sınırlıdır dağlarla, geniş bir ufuk düşümüz yoksa,
çünkü dereler sığdır ve "denetim altındadır", göğsümüzde yüreğimiz bir çağlayana
kaynak oluşturmuyorsa.
Çünkü kale terkedilmiş gözükür uzaktan, içimizde taht kuran hüküm süren astığı astık / kestiği kestik, ama sırasında kendisini de kesen bir yönetim yoksa.
Çünkü ilişkiler köhnemiş, "memurin " ve hesaplıdır, yaptığınız her şeyi karşılıksız yapmıyorsanız.
Onun için de Ankara bir düşler yatağıdır, onun çorak bir ülke, tozlu bir kent, kısır bir yaşam
ve çeşnisiz bir toprak olduğu bir yana bırakılırsa... "
Ali Cengizkan
9 Eylül 2009 Çarşamba
beklerken..
Ankara'da alışıldık bir cafedeyim aslında. Benzerleri İstanbul'da, İzmir'de ve bambaşka bir şehirde bulunmaktadır eminim. Ama Eylül'ün 8i işte, burada hava süpriz yapmayı sevmez, mevsimler serttir ama geçişleri değil. Alıştırır sizi geçişler yaklaşmakta olana. O yüzden Eylül ayındaki akşam esintileri keyiflidir, daha doğrusu o uzun kuru sıcağın ardından özlenen ve beklenendir.
Az sonra iş çıkışı buluşulacak, bitkiden duvar, renkli sandalyeler ve işte en güzeli başladı, Radio Tarifa eşliğinde buluşulacak olan arkadaşı bir başına beklemek keyiflidir bu Eylül akşamında...
Manana - Radio Tarifa
1 Eylül 2009 Salı
Sonbahara doğru ... Ankara
2 gün oldu döneli, dün de iş başı yaptım. Bir serzeniş hali vardı üzerimde, dönüp dolaşıp bu kente gelmiştim yine sonunda. Bilemezdim ki bu halimin hemen geçeceğini...
Saat 6'ya yaklaştı, okul boşaldı ve her okula gelişimde söylene söylene, kan ter içinde çıktığım o fakülte önü yokuşuna attığımda kendimi herşey değişti. Şehir içine sıkışmış yeşilliği ile nefes almamı sağlayan kampüs, yürüken başlayan ve Cebeci - Kızılay yolu boyu bana eşlik eden hafif bir akşam esintisi ve iş çıkışı kısa buluşmalar yaptığım dostların özlemi... Yok yok, ben bu şehri özlemişim.
Zordur Ankara'ya Ankara'da yaşayanların gözünden bakmak, bizlerin bu kentten kopamayışının nedeninin anlamak... Geçenlerde Ankara'yı tam da benim yaşadığım şekliyle ele alan bir blog keşfettim, ANKARA'YA DAİR, diyorlar ki
merhaba
yeni bir ülke bulabilmek umuduyla yol alırken arkamızdan gelen bu şehri anlamak ve sevmek için buradayız...
gerisi ise bu adreste (http://ankarayadair.blogspot.com/)
bence bir göz atın
3 Ağustos 2009 Pazartesi
Fakir Baykurt'tan ...
Bilirsem yanımda yakınımdasın
Elimin kolumun canı görelir
Diz dize, biz bizeyiz bugün de
Sana bakarken kanım devinir
Dünyayı barıştan yana sürerim
İzlenmeler, işkenceler vız gelir
Uyanışına bakarım girip bahçene
Kucakladım mı gönlüm, gövdem dolar
Yıkımlar üstüyüm seninle olunca
Seninle olunca varsılım Karun'dan
Seninle olunca körden dilsizden yana
Eli açık biriyim seninle olunca
Uzun sözün bir de kısası var
Seninle güçlüyüm şimdi, anladım
Vız gelir dostların kardeşliği
Tutmazlığı arkadaşların
Daha kestirme anlatmak zor
Balıklar akışır içimin sularında
Bambaşka bir Fakir Baykurt olurum
Göğsümden Güvercinler havalanır
Fakir Baykurt(Fakir Baykurt'un kendi sesinden bu şiirin dinlenmesini de öneririm, yandaki yeşil kutucuğa bu şiir de eklenmiştir)
28 Temmuz 2009 Salı
Brenna MacCrimmon - Kulak Misafiri
Brenna MacCrimmon 98'de Selim Sesler ile birlikte yaptığı "Karşılama" albümü ile girdi yaşamımıza. Öncesinde nerelerdeydi, Kanada'da, Balkan ülkelerinde .. İyiki de geldi, hoşgeldi.. Ardından "Ayde Mori" albümü ile çıktı karşımıza Muammer Ketencoğlu, Sumru Ağıryürüyen ve Cevdet Erek birlikteliğiyle.
Bizdendi söyledikleri ya da bize yakındı.
Ve son albümü "Kulak Misafiri", ben bir şey demeyeyim, Brenna'dan aktarayım:
- Bir sohbetin taraflarından biri olmak, bir sohbete kulak vermek.
- Kaldırımda yürürken karşınıza çıkıveren bir kupa valesi gibi, ummadığınız bir yerde bulduğunuz bir ses.
- Bir kafede otururken etrafta dönen tartışmalara kulak kesilmek ya da deniz kenarında insan ve insan dışı başka seslerle kaynaşan dalgaların ve rüzgarın davetiyle uykuya dalmak.
- Pencerenizin altında oynayan iki çocuğun gevezelikleri ile dikkatinizin dağılması.
- Çukurlu bir yolda hoplaya zıplaya giden bir takside anlamadığınız bir dildeki şarkıların serenadına kendinizi kaptırmak.
- Birdenbire kendinizi bir kuşlar meclisinin tam ortasında buluvermek.
- Kulağın kalbe giden bir yol olduğunu kabul edip, onun peşine takılmak.
- Kulak tanığı olmak. Duyuş tanığı olmak.
Sözcükleri anlamadan önce sesler büyüledi beni. Sadece sesler sayesinde görüntüler belirdi, öyküler dillendi. Bir şarkı bir tabloya dönüştü. Seslerin ruhuna erişmek için yollara düştüm. İnsanlar benimle kasetlerini, plaklarını, bilgeliklerini ve öykülerini paylaştılar; notalar giderek bir zamana, bir mekana, bir yüze dönüştüler.
Şarkılar içten içe büyür, yeni boyutlar kazanır, yön değiştirir ve dünyamızın parçası oluverir. Anlamlar kayar, ışık bir taşı aydınlatır, gizli renkleri gözler önüne serer.
Bulduğum birkaç şeyi sizinle paylaşabilir miyim?
Şemsiyemin Ucu Kare ile yağmur, çamur ve bulutları ruhunuza işletir..
Oj Ti Mome Ohrigance ile bulup da yitirilen zamansız bir aşk hikayesini anlatır..
Kar Yağar Alçaklare ile Rumeliden başlayan, Hindistan'da son bulan bir yolculuğa çıkarır bizleri..
Dolama Dolamayı ile Trakya'ya giden bir trende uyuyakalıp, gözümüzü Santa Fe'de açabileceğimizi iddia eder..
gerisi??? albüm alınıp dinlenmeli ve sizce ifade edilmeli...
26 Temmuz 2009 Pazar
Psikeart Dergisi
Psikeart 1 yıla yakın bir süredir çıkan bir dergi, benim bu dergiyi keşfim ise ne yazık ki yakın bir zamanda oldu. Neyse kaçırdığım sayıları da tamamlamak niyetindeyim.
4. sayısı, yani Temmuz-Ağustos aylarına ait olan sayısı Aşk üzerine. Aşk ve psikoloji, aşk ve sinema, aşk ve müzik, aşk ve beklentiler, aşk ve ...
Yazıları okumayı henüz tamamlayamadım, asıl niyetim dergiyi tamamen okuyup, genel bir değerlendirme yapmaktı. Okumaya başladım, bir makaleden diğerine atladım, okudukça bazen kendimden çok şey buldum, bazen de "yok canım" dedim, sonuç ... bu sayıyı o kadar çok beğendim ki bitirmeyi bekleyemeden paylaşmak, önermek istedim.
Sanırım vakit buldukça dergideki makalelerden bölümler içeren yazılar da ekleyeceğim. Ama şimdi, sadece önsöz niyetine küçük bir alıntı:
"...
Aşk, gündelik yaşamda eyleme dönüştüğü andan itibaren yaşananlarca anlamının arandığı bir duygu olarak yer alır tarih sayfalarında.. İnsanın evrimi, belleğine yerleşen motifleri, hormonları ve peptidleriyle aşk, bilimin incelemesi gereken konular arasında yerini yeni alsa da, insanlık tarih boyunca "ille de aşk" demekten bir türlü vazgeçememiştir. Çünkü insanoğlu, deliliğe kadar iten, çoşkunun en inanılmazını yaşatan, mental işlevleri sürekli ve yoğun bir şekilde meşgul eden başka bir duyguya böylesine sevdalanamamıştır.
... "
11 Temmuz 2009 Cumartesi
Bir Yer Altı Nehrini Beklerken
Aldanmış mutluluklar çoktan terkediyor
O inanılmaz acıların savurduğu kentleri
Şimdi dostluk özlemlerinden öte
Birşeyler var dopdolu bakışlarında
Yeniden çoğalmaların altın zaferiyle
Işık ışık uzanıyor göksel geleceklere
...
Seyrine daldığın puslu ufuklarda
Şimdi ışıksız dolaşan çocuklar
O gün kurup salıncalarını
Güneşin sonsuz ışıktan urganlarına
Ayaklarını yıldızlardan
Yıldızlara değdirerek sallanacaklar
Hiç mi hiç söz vermiyorum sana
Geçmiş mevsimlerden söz etmeyeceğime dair
Daha yaşanmamış günlerde yankılanıyor çünkü
Türkülerimizin sıcak öfkesi
Nasıl ki sevişmek yetmiyorsa bir başına
Patlayacak bir silahsa öncesi
belki bir, belki bir daha
Sonrası boş
Ve kalkıp gitmek oluyorsa yalnızca
Bir sigara yakıp
Dolaşmak oluyorsa gecenin aç yalnızlığında
Aynen öyledir
Zamanın bir boyutunu diğerlerinden ayırmak da
...
Sen geldin sonunda
Esişinde hiç eskimeyen sonsuz bir bahar
Işıktan salıncaklarla doldu apansız
Soluğunu beklediğimiz parklar
O zaman başladı işte
Birer birer yükselmesi gerçek dalgaların
Sen, ben ve dostumuz
Tamamlanmıştı bütün boyutları zamanın
Ve dünyayı içinde eritmiş olan
Direncin çiçek açtığı o büyük yürek
Üçümüzde birden başladı dirilip dile gelmeye
Konuştukça çıldırdık
Dinlerken bitmeyecek bir şiir olacak diye
...
Adnan Yücel
8 Temmuz 2009 Çarşamba
Parisyen bir gezi sonrası... (tek parçalık dinletilere devam)
Notre Dame Katedralı ile başladım bu serüvene, ilk gideceğim yerin burası olması biraz da bilinçli bir tercihti. 1998 yılında Paris'te sahnelenen, ardından müzik albümü yayınlanan Notre Dame de Paris müzikali, lise yıllarımın son dönemlerini çok etkilemiş, Victor Hugo'nun romanının bendeki etkisini kat be kat artırmıştı. Kulağımda o ezgiler, hafiften mırıldanarak gezindim katedralde, romanda yaşanan tüm olayları gözümde canlandırmaya çalışarak ... Bu albümde Belle, Danse mon Esmeralda gibi parçaların gerisinde kalan ama benim en sevdiğim parça olan Bohemienne (bir çingene kızının yaşamını anlatmakta) şimdi iyi gider sanırım...
Ardından 4 gün boyunca devam etti şehir turu, elde harita, akılda gidilmesi gereken yerler ama daima Paris'in ruhunu arayarak... Aslında çok şey aramadım, sadece sanat; sokak sanatı. Dinlediğimizde bu ne güzel bir dil böyle dediğimiz, o Parizyen havayı hissettiren parçaların sokaklardaki, cafelerdeki icraası. Hip hop tarzı sokak müzisyenleri yerine mesela Patricia Kaas'dan Mademoiselle Chante le Blues'u söyleyen birilerini aradı gözlerim. Belki de bu kısa gezimde yanlış zamanda yanlış yerlerde dolandım durdum.
Paris, tarihin ve aşkın kenti ama aynı zamanda da çelişkilerin, yoksulluğun, farklı etnik kimlikteki insanların, farklı sınıfsal aidiyetler içerisinde, farklı yaşamlara sahip olduğu, her birinin farklı farklı Paris'ler de yaşadığı koca bir metropol... Siz mimarisinde büyülenmiş, kaybolmuş bir şekilde şehri dolaşırken, sokakta uyuyan insanların yanından geçmektesiniz. Günün her saati en pahalı mağazalardan alış veriş yapmış, şık poşetler taşıyan şık hanımlara bakarken siz, yanınıza Fransız ya da başka milletten dilenciler yaklaşabilmekte, ya da siz ve onlar o rahatlıkla dolaşırken birileri öğle yemeklerini tamamlamış iş yerlerine koşturabilmekte.
Fransızca ezgilerden uzak bir gezi oldu benimkisi, somutlukta daima aranan, bulunamayan ama her dem aklımda yer alan ezgilerle tamamladım yolculuğumu.
Ama içimde de kalmasın istedim bu ezgiler, bana Paris'in çok kimlikli yapısını hatırlatan güzel bir ezgi de Jane Birkin'den Elisa ...
Son olarak da olmazsa olmazlar, Edith Piaf'dan Mon Ami M'a Donne ve Enrico Macias'dan Adieu Mon Pays .
Keyifli dinlemeler...
3 Haziran 2009 Çarşamba
tek parçalık dinletiler ...
ilk şarkı Nazan Öncel'den, sanırım en iyi albümü "demir leblebi"den, Kunduram Sandukam Zembilim, o albümü dinlerken gözümden bir şekilde kaçırdığım ve yakın süreçte bir dostumun sayesinde keşfettiğim bir parça, şarkı tam burda
ikinci parça ise Aldoush & Human Exchange grubundan, İran müziği ve batı ezgilerini bir araya getiren mükemmel albümleri The Child Within albümünden, Love (Amon As Daste Esghe), bu parça da tam burada
umarım siz de beğenirsiniz
keyifli dinlemeler...
31 Mayıs 2009 Pazar
ruhumu dinlendiren bir albüm bu...
yağmur yağdı bugün, temizledi çoğu şeyi...
Yorgunluk ve karamsarlığımın yüzüme vurmaya başladığı, asabiyet anımda başladı bu kente yağan yağmur. 90 kişilik amfide, yüzlerin birbirine benzemeye başladığı o anda delice yağan yağmur, ıslak toprak kokusu ve iğde ağacı yetişti imdadıma, gülümseyivermişim.
Hala o gülücük yüzümde, tamam ben şu an yetişmesi gereken ödevimin başındayım ama gülümsüyorum işte...
(...)
Sonunda başbasa kalıyoruz gene
Başbaşa kalıyoruz doğayla ben
İşte az önce yağmur da başladı, cumartesi günlerden
On temmuz cumartesi
Bir vapur daha kalkıyor iskeleden
Ve yağmur hızlanıyor biraz
Uzanıp yatsam diyorum otların üstünde çırılçıplak
Tam öyle yapıyorum
Şimdi yağmuru seviyorum, şimdi yağmuru seviyorum, yağmuru seviyorum.
EDİP CANSEVER (Bilmez Miyim Hiç)
28 Mayıs 2009 Perşembe
yara bandı
bütün gece bekleyen sokak ışıklarına,
kaldırımlara. ben sesini duydum yüzünde
ağlayan kedinin, acısını anladım ve annemi
anımsadım, bacağını saklayan basma eteği
görünce yara bandı satan kızın.
sarıydı teni ve kirliydi elleri. bir gecenin
kondusu yürümüştü gözlerindeki kısa
patikada. çocukluğunu oyuncak bir trenden
çıkarıp taşını sulamıştı kaldırımların.
ve anlamıştı: insanlığın yarası olan
varlığıyla en çok yarasını sarmayı
gereksindiğini insanların.
“yara bandı alın” mı diyordu yoksa
“beni sarın” mı? anlayamadım.
Zafer Ekin Karabay
26 Mayıs 2009 Salı
18 Mayıs 2009 Pazartesi
Bir Eflatun Ölüm...
bir nar gibiyim
sessiz akan bir ırmağım
geceden
git dersen giderim kal dersen kalırım
git
dersen
kuşlar da dönmez, güz kuşları
yanıma kiraz hevenkleri alırım
ve seninle yaşadığım
o iyi günleri,
kötü günleri bırakırım.
aynı gökyüzü aynı keder
değişen bir şey yok ki
gidip
yağmurlara durayım.
söylenmemiş sahipsiz
bir şarkıyım
belki
sararmış
eski resimlerde kalırım
belki esmer bir çocuğun dilinde.
bütün derinlikler sığ
sözcüklerin hepsi iğreti
değişen bir şey yok hiç
ölüm hariç.
aynı gökyüzü aynı keder.
Behçet Aysan
24 Nisan 2009 Cuma
23 Nisan'ın Ardından...
allı pullu bir balon gibi verelim oynasınlar
oynasınlar türküler söyliyerek yıldızların arasında
dünyayı çocuklara verelim
kocaman bir elma gibi verelim sıcacık bir ekmek somunu gibi
hiç değilse bir günlüğüne doysunlar
bir günlük de olsa öğrensin dünya arkadaşlığı
çocuklar dünyayı alacak elimizden
ölümsüz ağaçlar dikecekler
Nazım Hikmet
23 Nisan’da polis çocuklarla çatıştı
23 Nisan: 'Düm Tek', cezaevi, yırtık pabuç, protesto
23 Nisan 2009 Perşembe
HAYATI ISKALAMA LÜKSÜN YOK SENİN !
inanıyorsan ve buna rağmen hala yalnızsan, için rahat
olsun. Giden zaten gitmeyi kafasına koymuştur ve
yaptıkların onun dudağında hafif bir gülümseme
yaratmaktan başka hiçbir işe yaramayacaktır.
Sen kendini paralarken o her zaman bahaneler bulmaya
hazırdır. Hani ağzınla kuş tutsan "Bu kuşun kanadı
neden beyaz değil?" diye bir soruyla bile
karsılaşabilirsin.. iki ucu keskin bıçaktır bu işin.
Yaptıklarınla değil yapmadıklarınla yargılanırsın her
zaman. Bu mahkemede hafifletici sebepler yoktur. İyi
halin cezanda indirim sağlamaz.
Sen, "Ama senin için şunu yaptım" derken o, "şunu
yapmadın" diye cevap verecektir. Ve ne söylesen
karşılığında mutlaka başka bir iddiayla
karşılaşacaksındır. Üzülme, sen aşkı yaşanması
gerektiği gibi yaşadın.Özledin, içtin, ağladın,
güldün, şarkılar söyledin, düşündün, şiirler yazdın.
"Peki o ne yaptı" deme. Herkes kendinden sorumludur
aşkta. Sen aşkını doya doya yaşarken o kendine
engeller koyuyorsa bu onun sorunu. Bir insan eksik
yaşıyorsa, ve bu eksikliği bildiği halde tamamlamak
için uğraşmıyorsa sen ne yapabilirsin ki onun için?
Hayatı ıskalama lüksün yok senin. Onun varsa, bırak o
lüksü sonuna kadar yaşasın.
Her zamanki gibi yaşayacaksın sen. "Acılara tutunarak"
yaşamayı Öğreneli çok oldu. Hem ne olmuş yani,
yalnızlık o kadar da kötü bir şey değil. Sen mutluluğu
hiçbir zaman bir tek kişiye bağlamadın ki.... Epeydir
eline almadığın kitaplar seni bekliyor.Kitap okurken
de mutlu oluyorsun unuttun mu? Kentin hiç görmediğin
sokaklarında gezip yeni yaşamlara tanık olmak da keyif
verecek sana.Yine içeceksin rakını balığın yanında.
Üstelik dilediğin kadar sarhoş olma özgürlüğü de
cabası....
Sen yüreğinin sesini dinleyenlerdensin ve biliyorsun
asolan yürektir.Yürek sesi ne bilmeyenler, ya da bilip
de duymayanlar acıtsa da içini unutma; yasadığın
sürece o yürek var olacak seninle birlikte. Sen yeter
ki koru yüreğini ve yüreğinde taşıdığın sevda
duygusunu. Elbet bitecek güneşe hasret günler. Ve o
zaman kutuplarda yetişen cılız ve minik bitkiler
değil, güneşin çiçekleri dolduracak yüreğini...
NAZIM HİKMET
9 Nisan 2009 Perşembe
Yalancı Tanıklar Kahvesi – Vedat Türkali
27 Mart 2009 Cuma
Kablettarih - Nazım Hikmet - 1929
çok uzaklardan...
kulaklarımızda hâlâ
şimşekli sesi var sapan taşlarının.
ormanlarında yabani aygırlar kişniyen
dağ başlarının
kanlı hayvan kemikleriyle çevrilen sınırları
geldiğimiz yolun ucudur.
yine fakat
geniş kalçalı genç bir ananın
gergin gebe karnı gibi doğurucudur
mataralarımızda çalkalanan su.
çok uzaklardan geliyoruz..
tütüyor yanık bir et kokusu
çizmelerimizin köselesinden...
ürkerek
adımlarımızın sesinden
kanlı karanlık yıllar
kanatlı bir hayvan gibi havalanıyor...
ve karanlıklarda yanıyor
en önde gidenin
ateş bir ok gibi gerilen kolu..
çok uzaklardan geliyoruz
çok uzaklardan..
kaybetmedik bağımızı çok uzaklarla..
bize hâlâ
konduğumuz mirası hatırlatır
bedreddini simavînin boynuna inen satır.
engürülü esnaf ahilerle beraberdik.
biliriz
hangi pir aşkına biz
sultan ordularına kıllı göğüslerimizi gerdik...
çok uzaklardan geliyoruz.
alevli bir fanus gibi taşıyoruz ellerimizde
ihrak binnar edilen galile'nin
dönen küre gibi yuvarlak kafasını.
ve ancak
bizim kartal burunlarımızda buluyor
lâyık olduğu yeri
materyalist camcı ispinozanın
gözlükleri..
çok uzaklardan geliyoruz
çok uzaklardan..
ve artık
saçlarımızı tutuşturarak
gecenin evinde yangın çıkaracağız;
çocuklarımızın başlarıyla kıracağız
karanlık camlarını!..
ve bizden sonra gelenler
demir parmaklıklardan değil,
asma bahçelerden seyredecek
bahar sabahlarını, yaz akşamlarını...
26 Mart 2009 Perşembe
Yalnızlık...
Oğuz Atay (Tutunamayanlar'dan)
25 Mart 2009 Çarşamba
Kadın Denilen Kayıp Kıta
Keşfettiğini sananlarsa bir süre sonra (belki birkaç sene, belki birkaç saat) ayak bastıkları kıtayı bambaşka bir iklime bürünmüş bulunca, Kolomb sendromuyla "Acaba yanlış kıtada mıyım " telaşına kapılırlar. Oysa genellikle kıta değildir yanliş olan; kaşifin kıtayı algılayış biçimidir ... Asgari topografya bilgisinden yoksun oluşudur ...
Kıta'nın bazen kaşife göre mevsim değistirebilen, aynı anda birkaç iklimi bir arada yaşayabilen potansiyelini algılayamayışıdır ... Güverteden karanın görünüşüyle, kıtadan kaşifin görünüşü arasındaki farkı kavrayamayışıdır. Bu pusula hatasından ötürü, kaç erkek olağanüstü bir keşfin kenarından dönmüştür, kaç kaşif, henüz keşfetmediği kıtaları yok sayarak gerçek yüzölçümünü bilmeden yaşadığı bir kıtanın kıyısında tüketmiştir nihayatini kimbilir ?
Ve kimbilir kaç kıta uzaktan gülümseyerek izlemiştir, çevrede kendisini arayan şaşkın kaşiflerin nafile turlarini ...
Can Yücel
12 Mart 2009 Perşembe
Palyaço
kaç kişiyi öldürdüm düşlerimde
kaç kilo çekerdi yalnızlık
kaç kere ezildim altında
yaz yağmurlarının
belki de palyaçolar ağlardı pazartesi sabahları
her sirk geldiğinde ağlamaklı olurduk
hep ağlamaklı olurduk gülünecek halimize
kim sevmezdi çiçekleri filan
"ben sevmezdim" dedim, "yalan" dedi
bunu palyaço söyledi,
palyaço söyledi ben yazdım
yazdım, yazmasam ağlayacaktım
herkes ağlarmış biraz, ben de ağladım
sırf bu yüzden mi ağladım
alçaklık gibi bir şey oldu bu biraz
biraz birazdım her şeyden
dün biraz sinirlenmiştim mesela
yarın bir kadını seveceğim biraz
biraz biraz kör oldum bügünlerde
ama rakı kadehlerini boşaltmayın
eksilmesin hiçbir şey
hiçbir şeyden dahi olsa
kalsın biraz
ii.
umursamıyorum yılgınlığımı filan
çünkü sessizce yaşanmalı her şey
bir devrim sesszce olmalı mesela
ve her sözcüğüne inanmalı bir palyaçonun
bir palyaço neden yalan söylesin ki
ben palyaço olsaydım söylemezdim
marangoz olsaydım da söylemezdim
ben insan olsaydım yalan söylemezdim!
hem nereden çıkardınız palyaçonun yalnızlığını
kaç kilo çeker ki bir palyaço
hem neden yüzüme vuruyorsunuz
bir çirkin ördek yavrusu olduğumu
gocunmam ki ben, ben gocunmam
bir palyaço ne kara gocunmazsa
o kadar, o kadar gocunmam işte
rakı doldurun! eksilmesin
iii.
bitmedi, yazacağım daha
yazmazsam ağlayacağım çünkü
alçakça olacak biraz
hem biz o zaman kimdik ki, nerelere giderdik
her sokakta biraz daha eksilirdik
bilirdim, geceleri puslu puslu olurdu bazen
bazen birisi fısıldarmış gibi olurdu
"duyamadım", derdim, "tekrar et!"
sessizliğe bürünürdü o vakit her şey
sokaklar daha bir puslu
palyaçolar daha bir ağlamaklı olurdu
ve ben daha bir alçak olurdum
ağlardım biraz
hem sen kimsin, çekiştirme diyorum
hatta kuyruğuma basma diyorum
acıyor, tırmalarım,-
diyorum
kahrol, kahrol!
diyorum
iv.
geçen gün yüzüme rastladım bir ilan panosunda
korktum birden, kusacak gibi oldum
"olur öyle" dedi palyaço,
"herkes alçaktır biraz"
"otur ulan!" dedim, bağırdım ona
ben bazen bağırırım biraz
"rakı doldur!" dedim, "eksilmesin!"
ben bazen eksilirim biraz
aslında hepimiz eksilirmişiz biraz
bunu sonradan öğrendim
ben aslında her şeyi sonradan öğrendim
herkes herkesi sonradan öğrenirmiş
bunu da sonradan öğrendim
örneğin;
geçen gün bir kadınla seviştim
biraz değil çok seviştim
ya işte öyle palyaço
diyorum ki,
bunu da yeni öğrendim
sevişmek de eksilmekmiş biraz
v.
kim sevmezdi ki kuş ötüşlerini filan
"ben sevmezdim" dedim, "yalan"
dedi
bunu palyaço söyledi
palyaço söyledi, ben yazdım
yazmasam, alçak olacaktım
hem ben roman da yazdım biraz
bazen diyorum ki, palyaço,
sen olmasan ben ne yaparım
alçakça eksilirim belki biraz
her yağmur yağışında yerindi dibine girerim
hiçbir kadının kasıklarını öpemem belki
ya da unuturum sonradan öğrendiklerimi
biraz biraz anlıyorum ki,
yüzler eller, o terli vücutlar filan
her şey plastikmiş biraz
vi.
haydi sirtaki yapalım palyaço
rakı doldur, yine eksildik biraz
Turgut Uyar
11 Mart 2009 Çarşamba
Sin Palabras (kelimeler olmadan)
Benden uzaklaşma
Bırak sana bakayım
Seni yanımda hissedeyim
Görüyorsun, benden uzaklaşamıyorsun
Beni bırakıp gidemiyorsun
Uyanıyorum ve seni görüyorum,
Benim yanımda ve mutlu göründüğünü hatırlıyorum
Beni izlerken buldum seni
Gözlerini
Kelimeler olmadan
Bakışlar, tebessüm ve her şey…
Yeniden hissediyorum
İnanamazdım, yeniden doğdum, yaşam…
Beni izlerken buldum seni
Gözlerini
Kelimeler olmadan
Bakışlar, tebessüm ve her şey…
Radio Tarifa - Sin Palabras
(aradım taradım sonunda bu muhteşem şarkının sözlerini çevirtebildim, sonra da kendimce birebir çeviriyi düzenledim... Eh iyi bir sonuca ulaştım sanırım)
24 Şubat 2009 Salı
Bekle Beni
bütün gücünle bekle.
bekle, sarı yağmurlar
hüzün getirdiğinde.
bekle karda, tipide
bekle, bunaltırken sıcak
bekle, kimseler beklemezken
geçmişi unutarak.
bekle uzak yerlerden
mektup gelmez olduğunda.
bekle, birlikte bekleyenler
beklemekten usandığında.
döneceğim, bekle beni
ve iyilik dileme
artık unutmak gerektiğini
söyleyenlere.
varsın oğlum ve anam
yok olduğuma inansınlar,
varsın, yorulup beklemekten
otursun ateşin başına dostlar
içsinler o acı şaraptan
rahmet dileyerek yitene
bekle. o şaraptan
içmekte acele etme.
bekle beni, döneceğim
tüm ölümlerin inadına.
varsın, beklemeyenler
yorsunlar bunu şansa.
anlamayacak onlar
nasıl ortasında ateşin
kurtardı beni
senin bekleyişin.
nasıl sağ kaldığımı
ikimiz bileceğiz sadece:
başardın beklemeyi sen
kimsenin bekleyemediğince.
Konstantin Simonov
(türçesi Ataol Behramoğlu)
11 Şubat 2009 Çarşamba
7 Şubat 2009 Cumartesi
hayalkırıklığının ardından...
Hiç beklemedik anda karşınıza çıkan süprizler bazen çok güzel olur... Bazense yıkıcı...
Yerdeniz Öyküleri'nin animasyonuyla TRT Çocuk'ta karşılaşmak gerçekten heyecanlandırmıstı beni. Serinin hangi hikayesi diye beklerken Ged ve Aren karşıladı beni...
Yerdeniz serisini okumayanlar için bu seri Ursula K. Legin'in sırasıyla büyüme; doğum, yeniden doğum, cinsellik ve özgürlük temelinde anlatılan bir kadının büyümesi ve ölüm üzerine kurulu fantastik bir üçleme ile yola çıkmıştır. Sırasıyla Yerdeniz Büyücüsü, Atuan Mezarları ve En Uzak Sahil adını taşıyan bu kitapları Tehanu ve Öteki Rüzgar takip ederek bir beşleme oluşturulmuştur.
Tekrar animeye dönersem, görsel olarak herşey kusursuzdu. Yerdenizin pastoral havası çizimlere çok güzel yansımıştı ama hikaye... İşte hayalkırıklığım ilk böyle başladı. Sonuç Olarak karşımda En Uzak Sahil ile Tehanu öykülerinin karışımı bir senaryo vardı. Karakter ve olayların hiç bir derinliğine inmeyen, Tenar'ı Atuan Mezarları'nda yaşanan olaylardan bağımsız bir ev kadınına indirgeyen, (en kötüsü de) Thenau'yu bebek iken ateşte yakılması sonucu tek kolu bir kuş kanadını andıran bir görüntüye kavuşan, yüzü ciddi biçimde yanmış olduğu için kendisini insanlardan gizleyen küçük bir kız tasvirinden çıkarıp sevimli bir anime kızına dönüştüren bir anlatım vardı karşımda. Halbuki Tehanu yandığı ateşi içerisinde taşıyan, hem insan hem de Kalessin'in yani ejderha soyundan gelen; Ursula'nın anlatımı ile de kadının dayanıklılığının sevginin gücünü simgeleyen, başkaldırı ve direnmenin adıdır. Ezilmişliğe karşı baş kaldırıp tüm güçlükleri yenmeyi başaran bir kadındır.
İki öykünün popüler bir seyirlik çıkabilecek yönlerini alıp birleştirme kaygısı ile kurgulanan senaryosu ortalama bir iş çıkarmış. Seriyi okuyanları ise benim gibi hayalkırıklığına mahkum etmekte... Her seferinde aynı şeyi söylüyorum kendime romanların bıraktığı etkiyi filmlerde aramamak lazım...