8 Aralık 2010 Çarşamba

Otorite, başkaldırı ve itaat üzerine...

O kadar doluyum ki neye, neresinden başlamalı bilemedim. Kitaba dair bir değerlendirme mi yapmalı? Ama öyle bir değerlendirme olmalı ki bu kitabın bende bıraktığı etkiyi okuyan herkese hissettirebilmeli. (yok yok bu değerlendirmeyi daha sonraya bırakmalı) Ya da aklıma takılan noktaları, ben de yarattığı tartışmaları mı ifade etmeli? Sanırım bu ikincisinden başlayacağım.

Mevzubahsimiz Yıldız Silier'in son kitabı "Oburluk Çağı". Hadi önce beni bu kitapla buluşturan röportajı ileteyim size, röportaj bu linkte.

Hayatın anlamına dair bir tartışma yürütülmekteydi kitabın başlarında. Franz Kafka'nın "Yasanın Önünde" öyküsüyle çıktık yola (o da bu linkte) metnin içine girdik, sorular sorduk ve gizemini sorguladık, "otorite", "itaat", "başkaldırı" kavramlarında dolandık durduk. Adamın neden bunca yıl beklediğini, çok istemesine rağmen bekçiye karşı çıkmayıp, ömrünü onun söylemlerine itaat ederek geçirmesini, içeri girmeye çalışmamasını sorgularken ;

"Belki de özgürlüğümüzün önündeki en büyük engel, içsel korkularımız ve otoritelere itaatkarlığımızdır. Ama otoriteyi yaratan ve yeniden üreten de bizim onu otorite olarak kabul edip, itaat etmemiz değil mi? Otoriteye başkaldırsak, ya da onu yok saysak belki de tuzla bu zolacak... Peki neden çoğu insan bu kadar itaatkar?"

deyip tartışmayı başka bir düzlemde devam ettirecekken ben ettiremedim, burada takıldım. Aslında tam olarak "yok saymak" ifadesinde takıldım.

Otoriteye başkaldırmak ya da onu yok saymak yerine itaatkar olmak. Gerçekten de ikilemimiz burada mı yatmakta? Belki iki kelime burada benim takıldığım, yazar tarafından o kadar da önemsenmeden kullanılmış olabilecek. Ama her bir kavramı itinayla seçilmiş, anlatımı bende başka hiç bir kuşku uyandırmayan bir bölüme ait ki bu ifade, insan ister istemez takılıyor.

İtaatkarlığımızdır kendi önümüzdeki en büyük engel. İster istemez kendi eleştiri ve karşı gelişlerimizi kendimiz belirlemekte, sınırlandırmaktayız. İtaat etme sadece sessiz sedasız bize sunulana boyun eğmek değildir, bize sunulanın sınırları içerisinde eleştirmek, karşırlık geliştirmek de itaat etmek değil midir? Sınırı, kuralları belli bir oyun içerisindeki piyondan öteye çıkamamak, kaçarsın, saldırısın, saklanırsın ama hep o oyun tahtasının üzerindesindir. Ya da sahnede sergilenen bir oyun gibi, isterse savaş konulu olsun oyunumuz, süre bitip de perde kapanırken tüm oyuncular, oyunda savaşan karşı taraflar el ele çıkmazlar mı karşımıza?

Otoriteye başkaldırmaktır bu oyunu bozacak olan, salondan çıkan seyirciyi sokakta yakalayıp kendi gösterimizin sadece izleyeni değil, gösterinin bir parçası yapmaya çalışmak, gösterinin devamını birlikte getirmeye çalışmaktır. Peki ya oyunu yok saymak? O sahne oyunu orada, salonda oynanırken ne yapmalıyım ben bu durumda?

Oynumu bir kenara bırakıp, en başa otoriteye geri döneyim, bu otorite benim üzerimde kurulmuşsa, hareket alanımı, toplumsal ilişkilerimi ve beni belirlemekte, sınırlandırmakta ise onu yok sayabilir miyim? Hadi bir şekilde saydım diyelim, bu şekilde onu sarsar, zayıflatır ve hatta yıkabilir miyim?

Yoksa asıl işte o zaman ben, kendini bu oyunun dışında gören ama oyunu seyretmekten de kendini alıkoyamayan o sessiz seyirciden birisi olmaz mıyım?

Peki seyirci hangi tarafta?

Sokak tiyatrosuna dahil olmadığı oranda ana oyunun bir parçası değil midir? Tıpkı el ele tutuşan oyuncular gibi...

Hiç yorum yok: