15 Kasım 2010 Pazartesi

şeker niyetine...



Galeyana geldim ben de bayram şekeri aldım bugün.
Bilmem... Herkes alıyordu, halbuki ben sadece salatalık malzeme alacaktım marketten.
Ama herkes alıyordu, marketin girişine kocaman, rengarenk bir şeker standı kurmuşlardı...
Ama herkes alıyordu...
Neyse bu sefer kapımı çalan mahalle çocuklarına kapıyı açmamak yerine bayram şeker uzatırım, hep birlikte yeriz.

Bu bayram benden çocuklara şeker, sizlere de çok sevdiğim bir albüm hediye olsun.
Pavlos Sidiropoulos'dan rebetiko ve blues tadında bir albüm, "Ta Blues Tou Prigkipa"

önce Soul Kitchen filmini izleyenlere tanıdık gelecek albümden bir parça dinleyelim,
"To Blues Tou Paliokaravou"



eğer beğenmişseniz, blues ve rebetiko ne de güzel bir birliktelik oluşturmuş diyorsanız buyrun burada da albüm.

http://rapidshare.com/files/428143308/ta_blues_tou_prigkipa.rar

keyifli dinlenceler...

13 Kasım 2010 Cumartesi

"İnsan güzel bir kitap okuduğu yerden nasıl ayrılabilir?"

Yalın bir anlatımla, yaşantılarımızdan kesitleri bir çırpıda önümüze serer Barış Bıçakçı. Olağan şeyleri sadelikle ifade eder ama tüm bu doğallıkla üzerinizde olağanüstü şiirsel bir tat, zihinlerde tekrar tekrar hatırlanan olay örgüleri bırakır. Bir de okurken yüzünüzü gülümseten tanışıklıklar çıkarıverir karşınıza. Benim gibi Ankara'da yaşamaktaysanız ve Ankara'yı sevmekteyseniz bu tanışıklıklar daha da çoktur...

Ekşisözlükte şöyle bir ifade yer almaktaydı Barış Bıçakçı'ya dair:

bir kendilik olarak Ankara'yı kitaplarına çok güzel yedirmiş yazar.
kitabın içinde Ankara
Ankaranın içinde kitap.


Geçenlerde deli bir yağmurun altında, sararmış ve bir kısmı dökülmüş yapraklar bana eşlik ederken Esat'tan Kızılay'a yavaş yavaş yürüdüm kırmızı şemsiyemle. Uzun uzun sokakları, evleri, pencerelerinin önünde yağmuru seyreden insanları izledim. İşte o an Barış Bıçakçı'nın kitaplarının arkasındaki ya da yukarıdaki alıntıya uyayım, kitaplarının içine gizlendiği Ankara'yı hissettim. İşte o gün bu gündür okuduğum tüm öykü ve romanlarının sayfalarında tekrar gezdirmekteyim parmaklarımı.

Hadi kısa bir öyküsünü birlikte okuyalım...

Anlamayan Kadınlar

Manav elmaları tarttıktan sonra yıkayıp bize uzatmıştı. Tam mevsimiydi. Sokaklarda dolaşıyorduk. O da bana âşık mı, bilmiyordum.

Elmayı ısırırken ağzı elmanın ardında kayboluyor, burnu belirsizleşiyor, gözleri kalıyordu yalnızca.

Acelesiz, tadını çıkararak yürüyorduk. Ben bazen ellerimi pantolonumun ceplerine sokuyordum, o da sağ eliyle sol dirseğini tutuyordu.

Yerler atkestaneleriyle doluydu, bazılarını düşerken görüyorduk: Dikenli yeşil kabukları patlıyor, parıldayan kahverengi meyve çıkıyordu ortaya. Her şeyde bir sihir vardı.

Erkekler evlerinin önünde otomobillerini yıkıyor, kadınlar kucaklaşıp ayrıldıkları sevdiklerinin arkasından uzun uzun bakıyordu.

Bazen konuşmuyor; insanlara, kedilere, balkonlarında biber kurutulan evlere bakıyorduk. Bazen de bakışlarımızı adımlarımıza sabitleyip sözü birbirimizin ağzından alarak konuşuyorduk. Ona yağmurlu bir günde denize girişimden söz etmiştim. "Yağmur damlaları durgun suyun yüzeyini öyle hoş iğneliyor, hafifçe yukarı sıçrayıp düşen öyle pırıltılı damlacıklar oluşturuyordu ki, Çince bir kitabın satırları arasında hissetmiştim kendimi." O iç çekmişti. Bir kitap yazmak istediğimi söylemiştim. "İçinde öyle bir cümle olsun istiyorum ki, kitabı okuyan biri o cümleye geldiğinde kitabı birden kapatıp sımsıkı göğsüne bastırsın." Ağzından salya akan bütün yazar müsveddeleri gibi ben de okuyucu olarak bir kadını, onu düşlüyordum işte!

"Güzel bir kitap okumak ve ömrümün geri kalanını o kitabı okuduğum yerde geçirmek istiyorum," demişti o. Sonra da bana dönüp sormuştu: "İnsan güzel bir kitap okuduğu yerden nasıl ayrılabilir?"

Sorusuna karşılık ikimiz de etrafımıza bakmaya başlamıştık. Balıkçı tezgahları, buz parçalarının arasında parlayan kırmızı solungaçları göz alan palamutlarla doluydu. Simitçilerin etrafını serçeler, güvercinler sarmıştı. Önlerine defter kitap yığılmış kırtasiyeler ana baba günüydü. Bir kuruyemişçi leblebi kavuruyordu. Akşam güneşi herkesi, hereyi bir gülümsemeye dönüştürüyordu. Onun ince uzun gölgesini seyrediyordum. Bazen bana çok yakın.

Sokaklarda gördüğümüz çocuklarla şakalaşıyor, avuçlarını leblebiyle dolduruyorduk. "Biriniz kaleye geçin de bir penaltı çekeyim.," demiştim top oynayan çocuklara. Kaleye geçen penaltıyı kurtarınca ne güzel gülmüştü!

İki katlı eski evlerin sıralandığı bir sokak boyunca yürüken, bana bakmış ve "Topa daha hızlı vuracağını sanmıştım," demişti birden.

Susmuştum.

Caddelerdeki otomobillerin uğultusu duyulmuştu o zaman, fren, klakson sesleri, bağrışmalar, İzmir treninin uzaklardan gelen kalkış düdüğü ve tabii bir de aşkın nakaratı: "Seni bir tek o anlar, bir tek o anlar..."

Barış Bıçakçı, Baharda Yine Geliriz, s. 67