30 Aralık 2010 Perşembe

Ömer için "Meçhul Öğrenci Anıtı"



Niceleri gibi eğitimini devam ettirebilmek, belki de ailesine destek olabilmek için çalışmaktaydı Ömer.
Çalıştığı inşaatta hayatını kaybettiğinde 20'sindeydi.
Arkadaşları paralı eğitime kurban verdik Ömer'i demişler ... vermedik mi?

Ardımda bırakmak üzereyken bu yılı, bu yıla dair içimi acıtan olaylardan birisiydi bu...

Bugün Muğla Üniversitesi rektörlüğüne binlerce imza iletilmiş Ömer'in anıtını üniversiteye dikmek, anısını, acımızı simgeleştirmek için. Hocalarıyla, çeşitli sanatçılar ile ikinci dönem bu anıtın açılışını yapacaklarmış. Rektörlük tabii ki de bu fikre karşı durmuş.

Bunun neresi yanlış sizce?
Ne de iyi etmişler imza toplayarak dedim haberi okuduğumda, bugün kendi üniversitemde de afişleri gördüm.
Çok net bir istekleri var; Ömer için 'meçhul öğrenci' anıtı...



MECHUL ÖĞRENCİ ANITI

Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha yaşasaydı,
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür.

Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu:
- Maveraünnehir nereye dökülür?
En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı:
- Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine!dir.

Bu ölümü de bastırmak için boynuna mekik oyalı mor
Bir yazma bağlayan eski eskici babası yazmıştır:
Yani ki onu oyuncakları olduğuna inandırmıştım

O günden böyle asker kaputu giyip gizli bir geyik
Yavrusunu emziren gece çamaşırcısı anası yazmıştır:
Ah ki oğlumun emeğini eline verdiler

Arkadaşları zakkumlarla örmüşlerdir şu şiiri:
Aldırma 128! İntiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında
Her çocuğun kalbinde kendinden büyük bir çocuk vardır
Bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek

Ece Ayhan

8 Aralık 2010 Çarşamba

Otorite, başkaldırı ve itaat üzerine...

O kadar doluyum ki neye, neresinden başlamalı bilemedim. Kitaba dair bir değerlendirme mi yapmalı? Ama öyle bir değerlendirme olmalı ki bu kitabın bende bıraktığı etkiyi okuyan herkese hissettirebilmeli. (yok yok bu değerlendirmeyi daha sonraya bırakmalı) Ya da aklıma takılan noktaları, ben de yarattığı tartışmaları mı ifade etmeli? Sanırım bu ikincisinden başlayacağım.

Mevzubahsimiz Yıldız Silier'in son kitabı "Oburluk Çağı". Hadi önce beni bu kitapla buluşturan röportajı ileteyim size, röportaj bu linkte.

Hayatın anlamına dair bir tartışma yürütülmekteydi kitabın başlarında. Franz Kafka'nın "Yasanın Önünde" öyküsüyle çıktık yola (o da bu linkte) metnin içine girdik, sorular sorduk ve gizemini sorguladık, "otorite", "itaat", "başkaldırı" kavramlarında dolandık durduk. Adamın neden bunca yıl beklediğini, çok istemesine rağmen bekçiye karşı çıkmayıp, ömrünü onun söylemlerine itaat ederek geçirmesini, içeri girmeye çalışmamasını sorgularken ;

"Belki de özgürlüğümüzün önündeki en büyük engel, içsel korkularımız ve otoritelere itaatkarlığımızdır. Ama otoriteyi yaratan ve yeniden üreten de bizim onu otorite olarak kabul edip, itaat etmemiz değil mi? Otoriteye başkaldırsak, ya da onu yok saysak belki de tuzla bu zolacak... Peki neden çoğu insan bu kadar itaatkar?"

deyip tartışmayı başka bir düzlemde devam ettirecekken ben ettiremedim, burada takıldım. Aslında tam olarak "yok saymak" ifadesinde takıldım.

Otoriteye başkaldırmak ya da onu yok saymak yerine itaatkar olmak. Gerçekten de ikilemimiz burada mı yatmakta? Belki iki kelime burada benim takıldığım, yazar tarafından o kadar da önemsenmeden kullanılmış olabilecek. Ama her bir kavramı itinayla seçilmiş, anlatımı bende başka hiç bir kuşku uyandırmayan bir bölüme ait ki bu ifade, insan ister istemez takılıyor.

İtaatkarlığımızdır kendi önümüzdeki en büyük engel. İster istemez kendi eleştiri ve karşı gelişlerimizi kendimiz belirlemekte, sınırlandırmaktayız. İtaat etme sadece sessiz sedasız bize sunulana boyun eğmek değildir, bize sunulanın sınırları içerisinde eleştirmek, karşırlık geliştirmek de itaat etmek değil midir? Sınırı, kuralları belli bir oyun içerisindeki piyondan öteye çıkamamak, kaçarsın, saldırısın, saklanırsın ama hep o oyun tahtasının üzerindesindir. Ya da sahnede sergilenen bir oyun gibi, isterse savaş konulu olsun oyunumuz, süre bitip de perde kapanırken tüm oyuncular, oyunda savaşan karşı taraflar el ele çıkmazlar mı karşımıza?

Otoriteye başkaldırmaktır bu oyunu bozacak olan, salondan çıkan seyirciyi sokakta yakalayıp kendi gösterimizin sadece izleyeni değil, gösterinin bir parçası yapmaya çalışmak, gösterinin devamını birlikte getirmeye çalışmaktır. Peki ya oyunu yok saymak? O sahne oyunu orada, salonda oynanırken ne yapmalıyım ben bu durumda?

Oynumu bir kenara bırakıp, en başa otoriteye geri döneyim, bu otorite benim üzerimde kurulmuşsa, hareket alanımı, toplumsal ilişkilerimi ve beni belirlemekte, sınırlandırmakta ise onu yok sayabilir miyim? Hadi bir şekilde saydım diyelim, bu şekilde onu sarsar, zayıflatır ve hatta yıkabilir miyim?

Yoksa asıl işte o zaman ben, kendini bu oyunun dışında gören ama oyunu seyretmekten de kendini alıkoyamayan o sessiz seyirciden birisi olmaz mıyım?

Peki seyirci hangi tarafta?

Sokak tiyatrosuna dahil olmadığı oranda ana oyunun bir parçası değil midir? Tıpkı el ele tutuşan oyuncular gibi...

15 Kasım 2010 Pazartesi

şeker niyetine...



Galeyana geldim ben de bayram şekeri aldım bugün.
Bilmem... Herkes alıyordu, halbuki ben sadece salatalık malzeme alacaktım marketten.
Ama herkes alıyordu, marketin girişine kocaman, rengarenk bir şeker standı kurmuşlardı...
Ama herkes alıyordu...
Neyse bu sefer kapımı çalan mahalle çocuklarına kapıyı açmamak yerine bayram şeker uzatırım, hep birlikte yeriz.

Bu bayram benden çocuklara şeker, sizlere de çok sevdiğim bir albüm hediye olsun.
Pavlos Sidiropoulos'dan rebetiko ve blues tadında bir albüm, "Ta Blues Tou Prigkipa"

önce Soul Kitchen filmini izleyenlere tanıdık gelecek albümden bir parça dinleyelim,
"To Blues Tou Paliokaravou"



eğer beğenmişseniz, blues ve rebetiko ne de güzel bir birliktelik oluşturmuş diyorsanız buyrun burada da albüm.

http://rapidshare.com/files/428143308/ta_blues_tou_prigkipa.rar

keyifli dinlenceler...

13 Kasım 2010 Cumartesi

"İnsan güzel bir kitap okuduğu yerden nasıl ayrılabilir?"

Yalın bir anlatımla, yaşantılarımızdan kesitleri bir çırpıda önümüze serer Barış Bıçakçı. Olağan şeyleri sadelikle ifade eder ama tüm bu doğallıkla üzerinizde olağanüstü şiirsel bir tat, zihinlerde tekrar tekrar hatırlanan olay örgüleri bırakır. Bir de okurken yüzünüzü gülümseten tanışıklıklar çıkarıverir karşınıza. Benim gibi Ankara'da yaşamaktaysanız ve Ankara'yı sevmekteyseniz bu tanışıklıklar daha da çoktur...

Ekşisözlükte şöyle bir ifade yer almaktaydı Barış Bıçakçı'ya dair:

bir kendilik olarak Ankara'yı kitaplarına çok güzel yedirmiş yazar.
kitabın içinde Ankara
Ankaranın içinde kitap.


Geçenlerde deli bir yağmurun altında, sararmış ve bir kısmı dökülmüş yapraklar bana eşlik ederken Esat'tan Kızılay'a yavaş yavaş yürüdüm kırmızı şemsiyemle. Uzun uzun sokakları, evleri, pencerelerinin önünde yağmuru seyreden insanları izledim. İşte o an Barış Bıçakçı'nın kitaplarının arkasındaki ya da yukarıdaki alıntıya uyayım, kitaplarının içine gizlendiği Ankara'yı hissettim. İşte o gün bu gündür okuduğum tüm öykü ve romanlarının sayfalarında tekrar gezdirmekteyim parmaklarımı.

Hadi kısa bir öyküsünü birlikte okuyalım...

Anlamayan Kadınlar

Manav elmaları tarttıktan sonra yıkayıp bize uzatmıştı. Tam mevsimiydi. Sokaklarda dolaşıyorduk. O da bana âşık mı, bilmiyordum.

Elmayı ısırırken ağzı elmanın ardında kayboluyor, burnu belirsizleşiyor, gözleri kalıyordu yalnızca.

Acelesiz, tadını çıkararak yürüyorduk. Ben bazen ellerimi pantolonumun ceplerine sokuyordum, o da sağ eliyle sol dirseğini tutuyordu.

Yerler atkestaneleriyle doluydu, bazılarını düşerken görüyorduk: Dikenli yeşil kabukları patlıyor, parıldayan kahverengi meyve çıkıyordu ortaya. Her şeyde bir sihir vardı.

Erkekler evlerinin önünde otomobillerini yıkıyor, kadınlar kucaklaşıp ayrıldıkları sevdiklerinin arkasından uzun uzun bakıyordu.

Bazen konuşmuyor; insanlara, kedilere, balkonlarında biber kurutulan evlere bakıyorduk. Bazen de bakışlarımızı adımlarımıza sabitleyip sözü birbirimizin ağzından alarak konuşuyorduk. Ona yağmurlu bir günde denize girişimden söz etmiştim. "Yağmur damlaları durgun suyun yüzeyini öyle hoş iğneliyor, hafifçe yukarı sıçrayıp düşen öyle pırıltılı damlacıklar oluşturuyordu ki, Çince bir kitabın satırları arasında hissetmiştim kendimi." O iç çekmişti. Bir kitap yazmak istediğimi söylemiştim. "İçinde öyle bir cümle olsun istiyorum ki, kitabı okuyan biri o cümleye geldiğinde kitabı birden kapatıp sımsıkı göğsüne bastırsın." Ağzından salya akan bütün yazar müsveddeleri gibi ben de okuyucu olarak bir kadını, onu düşlüyordum işte!

"Güzel bir kitap okumak ve ömrümün geri kalanını o kitabı okuduğum yerde geçirmek istiyorum," demişti o. Sonra da bana dönüp sormuştu: "İnsan güzel bir kitap okuduğu yerden nasıl ayrılabilir?"

Sorusuna karşılık ikimiz de etrafımıza bakmaya başlamıştık. Balıkçı tezgahları, buz parçalarının arasında parlayan kırmızı solungaçları göz alan palamutlarla doluydu. Simitçilerin etrafını serçeler, güvercinler sarmıştı. Önlerine defter kitap yığılmış kırtasiyeler ana baba günüydü. Bir kuruyemişçi leblebi kavuruyordu. Akşam güneşi herkesi, hereyi bir gülümsemeye dönüştürüyordu. Onun ince uzun gölgesini seyrediyordum. Bazen bana çok yakın.

Sokaklarda gördüğümüz çocuklarla şakalaşıyor, avuçlarını leblebiyle dolduruyorduk. "Biriniz kaleye geçin de bir penaltı çekeyim.," demiştim top oynayan çocuklara. Kaleye geçen penaltıyı kurtarınca ne güzel gülmüştü!

İki katlı eski evlerin sıralandığı bir sokak boyunca yürüken, bana bakmış ve "Topa daha hızlı vuracağını sanmıştım," demişti birden.

Susmuştum.

Caddelerdeki otomobillerin uğultusu duyulmuştu o zaman, fren, klakson sesleri, bağrışmalar, İzmir treninin uzaklardan gelen kalkış düdüğü ve tabii bir de aşkın nakaratı: "Seni bir tek o anlar, bir tek o anlar..."

Barış Bıçakçı, Baharda Yine Geliriz, s. 67

7 Eylül 2010 Salı

Narçiçeklerinin Nedeni

Geçen hafta Karaburun Bilim Kongresi'ndeydim, sunum yapmamanın rahatlığı, tertemiz bir denizin kenarında yapılan uzun kahvaltıların keyfi, buna karşın akademiklerde başını hızla alıp giden akıl yitimiyle tekrar yüzleşmenin huzursuzluğu ile geçip gitti güzelim beş gün.
Güzeldi, güzelliklerden birisinin kaynağı da Bilgesu Eranus idi, bu kadını seviyorum ben...
2 yıl önceki kongrede de rastlamıştım Bilgesu Eranus'a, hatta aynı yerde kalmış, ayaküstü kısa bir sohbet ile kesmiştim bir sabah yolunu. Bahsettiğim akıl yitimi tabii ki o vakit de vardı, "emperyalizm" gerçeğini görmemezlikten gelen, sosyal bilimler alanında sınıf gerçekliğini reddetmek için binbir taklalar atan akademiklere kongrenin son günü, kendi oyunu "Nereye Payidar"ı bir kukla gösterisi ile görselleştirerek güzel bir cevap iletmişti.
Bu yıl yine karşılaştık, bu sefer gösterisinde bir Tekel işçisi vardı yanında, güzel bir sohbet ile akıp gitti sınıf, mücadele, umuda dair mesajlar. Bu söyleşiye dair kısa da bir metin yazmış kendisi, kongre kitapçığında yayınlamışlar. Paylaşmak istedim...

Narçiçeklerinin Nedeni

" Toplumumuz, neden hastalıklı bir narçiçeği ağacına dönüştü?

Açtığı bunca çiçeğe karşın neden yoksulluğu yok eden bir meyve veremiyor?

Demir parmaklıklı kapının yanı başındaki nar ağacının, dünü, bugünü ve yarını?

"Yalnız maden işçileri değil, hepimiz sürekli göçen bir ocağın altındayız. El emeğimiz, göz nurumuz, çok çocuğumuz, sanatımız, doğamız, bilimimiz, türkümüz, ahlakımız, dayanışma duygumuz ve hele hele karşılıklı canlara mal olan kardeşliğimiz, hep birlikte yerin yüzlerce metre derinliğinde değilsek bile, bin dokuzyüz seksenden bu yana tam otuz yıl yerin altında kurtulmayı bekliyoruz. Daha da öncelerini de heseba katarsak -solun püskürtüldüğü yetmişli yılları- demek tam kırk yılı aşkın bir süredir bu karanlıktayız ve sürüyor: Nasıl, ne zaman çıkacağız? Çıkabilecek miyiz? Biz yıllar sonra gözümüze vuracak ışığı hasretle beklerken, burjuvazi kendi kayıkçı kavgasında, sistemden alacağı payın peşinde birbirlerine de vahşi yöntemlerle, kâh dikilip kâh sarmaşıyorlar...

Belki de toplum olarak kendimizi kendi ellerimizle doğurmanın zamanıdır artık! Kurum, kişi olarak medet umduğumuz ebelerin hepsi sobelendi. Artık ebe biziz, kendimiz!

Doğum ancak genel grevle gerçekleşebilir. Genel grev işsizler ve her an işsiz kalabilecekler için de vazgeçilmezdir. Emekçiler kendilerinden çok asıl onlar için mücadele etmeliler. Giderek sayıları arttığı halde sahte istatistiklerle utanmadan geçen yılın bu ayına göre azaldığı ilan edilen işsizleri belli bir bilince ve dayanışmaya çekmeleri gerek. Siztem işsizleri, işçilerin işten atılmalarını sağlayan stepneler olarak kullanamamalı...

Ülkemizde sınır tanımaz bir halde çöreklenmiş olan emperyalizmin uydusu tekelci sermayenin egemenliğinin kayıtsız şartsız ellerinde bulundurmasının da ocak kazaları gibi kader kısmet olmadığını bilen işçilere, kendi sendikalarını acilen uyarma görevi düşüyor. Sendika yönetimine "Burjuvaziyi yatıştırıp teskin etmek sizin işiniz değil!" diyebilmeliler artık.

Nar ağacı, aldatan çiçekler yerine işte ancak o zaman meyve verecektir.

Masal değil gerçeğin meyvesidir o ve hepimize yeter!"

Bilgesu Eranus

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Río de la Plata'nın müziği: Tango’nun serüveni



(ufak bir öneri; yazıyı okurken hızlı ritminden dolayı ayak uydurmaya zorlansam da dinlemekten, eşliğinde dansetmeye çalışmaktan vazgeçemediğim bu ezgi ile yazıyı okur musunuz? teşekkürler... Pedro Laurenz'den, Milonga De Mis Amores)



Rio de la Plata'nın varoşlarında doğan Tango bugün genellikle tutkulu aşkın estetik temsili olarak algılanıyor. Oysa Tango’nun 150 yıllık serüveni bize bundan çok ötesini anlatıyor

“Sen tangonun sadece banliyölerini tanıyordun,
orkestra tarafından çalınan, smokin giyen yüzünü.”
Enrique Santos Discépolo

Tangonun 80’li yıllardan beri artan popülaritesiyle konser salonlarında, dans gösterilerinde ve “milonga geceleri”nde karşılaşılan hali, bu dansın ve ona eşlik eden müziğin kökenlerini unutmayı, anlattığı gerçek hikayeyi gözden kaçırmayı kolaylaştırıyor. Dolayısıyla çoğunluğun tangoyu salt kadınla erkek arasındaki tutkulu aşkın estetik temsili olarak algılaması, salona sığdırılmak üzere ehlileştirilmiş bu dansın sıklıkla “yatay bir tutkunun dikey ifadesi” klişesiyle tanımlanması şaşırtıcı değil.

Oysa “çöp kutusunun bir ganimet, sıçanın ev hayvanı olduğu bir dünya”da doğmuştur tango: Arjantin- Uruguay sınırında, Buenos Aires, Rosario ve Montevideo’yu da içine alan Río de la Plata’nın varoşlarında. Hem kelime hem de müzik olarak tangonun kökeni hala tartışmalı olsa da, 19. Yüzyılın ikinci yarısında bu bölgenin, özellikle de Buenos Aires’in özgün koşullarında ortaya çıktığı kesindir.

Bu dönem, Arjantin ekonomisinin en büyük merkezi olan liman kentinin mevcut yoksullarına -eskiden köle olan Siyahlar, kırsal kesimden kente göçen topraksızlar, iç savaştan kurtulmuş olan mestizolar -, kendi ülkelerindeki sefaletten, savaşlardan ve eşitsizliklerden kaçmaya çalışan Avrupalıların eklendiği bir dönemdi. “Taşı toprağı altın” bir yeni vatan umuduyla gelen göçmenler, tüm topraklar çoktan birkaç belirli aile elinde toplanmış olduğundan, aradıkları yaşam alanını Buenos Aires’te buldular. Çoğunlukla şehrin başka kesimlerine taşınan zenginlerden kalan ve tek tek odaların kalabalık ailelere kiralandığı büyük evlerde (conventillo), Arjantin’in diğer dışlanmışlarıyla yaşamaya başladılar ve farklı kültürlerden gelen bu insanlar, birlikte, tamamen farklı bir şey ürettiler.

Göçmenler yanlarında müziklerini, çalgılarını ve danslarını da getirdiler. Kısa zamanda, Arjantin kırsalının müziği olan milonga, yeni gelen polkalarla, mazurkalarla, vals ve habanera ile birleşerek zenginleşti; Afrikalı ve Amerikalı adımlarla ritimler, Avrupa müziği ve koreografisiyle karışmaya başladı.

İlk tangolar gitar, arp ve flütle, bazen de akordiyonla çalınıyordu. Bugün Arjantin tangosunun olmazsa olmazı haline gelen bandoneonun Almanya’dan buraya ulaşması ise, yaklaşık 1865 yılını buldu. İlk yapımcısının dini ve popüler müzik için tasarladığı çalgı, tekil ses dizilerinden çok akorların icrası için uygun bir yapıya sahipti. Bu yapısal elverişsizliğe karşın Río de la Plata müzisyenleri çalgının tınısını müziğin ruhuna uygun bulmuş olacaklar ki bandoneon kısa zamanda tango orkestrasının en temel unsurlarından biri haline geldi; ağır ve derin sesiyle flütün yerini aldı. Zamanla keman, piyano, kontrabas gibi çalgılar da orkestraya eklendi.

Kenar mahallelerin sokaklarında, genelevlerde ve tavernalarda duyulan ilk tangoların ana temasını genellikle baştan çıkarıcı ve kararsız bir kadınla, onun için kavga eden iki erkeğin hikayesi oluşturur; ancak hikayelerin arka planı, genelde romantikleştirildiği kadar naif değildir. O dönemde bölgede erkek-kadın nüfusu arasındaki olağanüstü sayısal dengesizlik nedeniyle fuhuş, en yaygın ve organize ticaret alanlarından biriydi (şarkı ve dansların ana karakterleri de genellikle bu sektörden seçilmişti). Avrupa’ya tonlarca sığır eti ve deri gönderilen Buenos Aires limanına “ithal ürünleri” olarak, Avrupa merkezli fuhuş mafyaları tarafından kaçırılmış veya iş bulma gibi vaatlerle kandırılmış kadınlar getiriliyordu. Yüzeye hafif kadınlarla maço delikanlıların aşk hikayeleri olarak yansıyan bu ilk tangolar gerçekten dinlendiğinde, köklerinden koparılmışlığın, hayal kırıklığının, ezilmişliğin sesi duyulabilir; müziğin çok senkoplu yapısı sadece Afrika ritimlerindeki köklerini değil, ait olduğu yaşamın dengesizliğini de yansıtır. Tempoda ve ses yapısındaki tezatlar, hatta temel tondaki değişimler tangonun belirleyici özelliklerindendir. Ağırlıkla baskın olan minör tonlar olmasına karşın müzisyenler araya sıklıkla majör tonları kullanan parlak geçişler sıkıştırır; sürekli düzenli ritme yaklaşır ama ona teslim olmazlar.

Üst sınıflar için bu haliyle tango, elbette kabul edilemez, yoz ve bayağı bir müziktir. Afrikalı kölelerin özgürlük talebiyle sokaklarda toplandıklarında çaldıkları davulların tamtamları, tangoda hala kulak tırmalayacak kadar duyulur haldedir; sokak kadınlarının müstehcen figürleri, kenar mahalle bıçkınlarının bıçak kavgaları, henüz dans salonlarına girecek saflığa gelmemiştir. Yine de tango, şehrin eteklerinden, yavaş yavaş merkeze doğru yol almaya başlar. İtalyan göçmeni gezgin satıcıların organtinoları ve iyi ailelerin kenar mahallelerde macera arayan bohem çocukları, bu yayılmayı hızlandıracaktır. 20. Yüzyılın başında tango artık sadece varoşların değil, işçi sınıfının ve orta sınıfın yaşadığı mahallelere ulaşmıştır. Bu sırada Arjantin’den Avrupa’ya giden müzisyenler, orada büyük beğeniyle karşılanırlar. Arjantin seçkinlerinin yeni modaları takip etmek için gözlerini üzerinden ayırmadığı Paris’te tangonun takdis edilmesi, Buenos Aires sosyetesinin de birden bu dansa ve müziğe ilgi duymasına yol açar.

Tango kültürünün geçirdiği bu değişimin müziğe de yansıması kaçınılmazdı. Genelde eğitimsiz icracılar tarafından doğaçlama ağırlıklı olarak icra edilen müziğin yerini giderek daha eğitimli müzisyenler, daha gelişkin orkestralar ve dolayısıyla daha önceden belirlenmiş bir müzik almaya başlar; tango müzisyeni profesyonel besteci statüsüne yükselir. Dans giderek yavaşlar, sosyal olarak daha kabul edilebilir bir hale gelir; dans etmek için sokaklardan daha uygun yerlere ihtiyaç duyulur. Bu arada o zamana kadar ağırlıklı olarak Buenos Aires’e özgü sokak ağzıyla yazılan şarkı sözlerinin yerini, görgülü şairlerin incelikli metinleri alacaktır. Tango için söz yazmanın nitelikli şairler arasında moda haline gelmesiyle birlikte, şarkıcının müzikteki önemi de giderek artar. Tango’nun ilk starı, Arjantin’in Elvis Presley’i Carlos Gardel, bu dönemde parlar.

1930’da bir yandan dünyadaki ekonomik krizin etkisi, diğer taraftan Arjantin’de gerçekleşen darbe ve onu izleyen diktatörlük dönemi, tangonun nispeten etkinliğini kaybettiği bir sürece yol açtı. Yine de müzik varlığını sürdürdü. 30’lu yılların belki de en göze çarpan besteci-şairi, “20. Yüzyıl bir çöp yığınıdır, kimse bunu inkar edemez” sözlerinde olduğu gibi genelde karamsar yaklaşımıyla tanınan Discépolo’ydu.

1943’te iktidara gelen Peron ve eşi Evita’nın tango tutkusu, 30’larda askıya alınan tangonun altın çağının yüzyıl ortasına kadar sürmesinde önemli bir etken olur. 40’lı yıllarda Buenos Aires’te 600 civarında tango orkestrası kafelerden şehir merkezindeki ünlü kabare ve tiyatrolara kadar pek çok yerde iş buluyordu. Tango tekrar kent yaşamının bir parçası olmuştu; ancak ağırlıklı olarak profesyonel müzisyenlerin icra ettiği ve diğerlerinin sadece dinlediği bir müzik olarak. Sözler de giderek yumuşamış, daha romantik ve nostaljik bir hale gelmişti – aslında hiç olmamış, şiirsel bir toplumda geçirilen gençliğin tatlı hatırası... Tangonun altın çağı, rock-n-roll’un 50’lerdeki çıkışıyla sona erdi.

Rönesans ise 1980’lerde gelecekti. Bu yeniden doğuşun bir nedeni, çift danslarının tüm dünyada tekrar popülarite kazanması ve bu arada Arjantin’in en iyi dansçılarının dünyayı turlayan gösterilerde yer almasıydı. Diğer yandan Astor Piazzola ve onun “yeni tango”su, Batı dünyasının tangoyu yeniden keşfetmesini sağladı. Tangonun klasik Batı müziği ve cazla harmanlanmış, sözlerden arındırılmış yeni hali, sanat müziğiyle uğraşan çevreler ve global orta sınıf tarafından da hızla benimsendi. 1976 darbesinden sonra ülkeyi terk edip Avrupa’ya kaçan müzisyen ve sanatçılar da tangonun yeniden moda haline gelmesinde etkili oldu.

Bugün tangoyu insanlar için cazip kılan çoğunlukla onun görünür kısmı, dansıdır. Konserlerde dinleyici çekebilmek için sıklıkla bir çift dansçıya da yer veriliyor. Ama dans kulüplerinde, otellerde düzenlenen milongalarda conventilloların sesini duymak artık mümkün değil.

Zeynep Helvacı

Kaynaklar:
Birkenstock, A. ve Rüegg, H., Tango, München: Deutscher Taschenbuch V.,1999
Fernandez, Eduardo, El Tango at a glance, http://www.tangoconcepts.com/history.html
Miller, T.E. ve Shahriari, A., World Music, New York: Taylor&Francis, 2009

bu yazı Bizim Amerika internet sitesinden alınmıştır.

19 Ağustos 2010 Perşembe

...


Lazeburi'yi dinlediniz mi? Hani o karadenizin dört bir yanından, en doğal halleri ile derlenen türkülerin içerisinde yer aldığı 2 cdlik albümü? Eski makara bant ya da kasetlerden elde edilen kayıtlar, köy ziyaretlerinde kaydedilen derlemeler ve Birol Topaloğlu...

Ben dinledim, karadenizin acılarını ve aynı zamanda hırsını, yaşama tutunuşunu, aşklarını, neşesini hissettim. Her coğrafyanın bir benzerini muhakkak yaşadığını, karadenizin içinden hissettim, kendimi onlardan birisi gibi hissederek. İşte o noktada başladı bendeki Birol Topaloğlu sevdası... Evet bu bir sevda, müziğe dair, kültüre dair ve kültürün olması gereken hali ile, en doğal hali ile yaşatılmaya çalışılmasına dair...

Beni tanıyanlar bilir, hala her ay kendisine ufacık bir bütçe ayırıp, o parayı cd'lere harcayan birisiyim. Hem de nasıl bir heyecandır bu benim için anlatamam, acaba bu ay yeni ne bulacağım diye... Bu ay elime bir derleme albümü geçti, hem de Lazeburi tadında. Güzel olan da bu albümün yaratıcısın da Lazeburi'den benim kadar etkilenmesi ve üstüne esinlenmesi idi...

"Saklı Ezgiler Kizirnos", Mecit Çeliktaş'ın kendi köyünden, Kizirnos'dan (Kayacık) Fadime teyzenin, Meva, Emine ve Asiye teyzelerin seslerinin kayıtlarından oluşmakta. Olabildiğine yanıbaşınızda, kendi nineniz söyler gibi. Hele bir dinleyin...




Kizirnos Trabzon, Araklı'ya bağlı bir köy. Ama Birol Toplaoğlu'nun değerlendirmesine göre albümde yer alan parçalar Tranzon ve çevresinin bilinen müziğinden farklılıklar göstermekte, köyün göçebe tarihinden izler taşımakta. Doğu Karadeniz ve hatta Türkiye'nin pek çok yöresinden göç alan bu köy, bu farklı gelenekleri, yaşanmışlıkları müziğinde bir araya getirerek kendi müzik geleneğini oluşturmuş. Ayrıca albüm kapağında Kizirnos ve Kzirnos'da geçen pek çok hikayeye dair bilgiler de mevcut.

Bu tür albümler için hep şöyle denir, "değerli bir derleme, akademik bir kaynak ama genellikle o bölgenin müziğine ilgi duyanlara hitap etmekte". Ben öyle düşünmüyor ve muhakkak bu albümü edinin, dinleyin diye sözlerime noktayı koyuyorum. Dinledikten sonra düşüncelerinize dair beni de bilgilendirirsiniz di mi? :))

2 Ağustos 2010 Pazartesi

Sürülmüş Toprak ... "el arado"



Sürülmüş Toprak (Victor Jara)

sımsıkı tuttum ve
batırdım sabanı toprağa
çalıştım yıllar yılı
şaşmamalı yıpranmama.

uçuyor kelebekler, cırlıyor çekirgeler
kararıyor karardıkça tenim
ve parıldıyor güneş, parıldıyor, parıldıyor.
ter beni, ben toprağı sürüyorum,
durmadan, dinlenmeden.

29 Temmuz 2010 Perşembe

kitapları bulamadım ama...

sadece izi kalmış bende, bir de kapak dizaynının zihnimdeki buğulu görüntüleri... hangi yayınevindendiler? bilmiyorum... yazarlarını bile zor hatırladım açıkcası, dayımın seçmeleriydi. Behrengilere ek olarak Türkiye'den yazarların çocuk öyküleriydi dayımın seçtikleri, önce ben okudum benden sonra da kardeşim. Sanırım sonra da küçük kuzenlere geçmiş bizim kitaplar.

Memleketteyim bir haftadır, aradım taradım, bakılmadık köşe bucak bırakmadım ama yoklar... dedim ya sanırım bizim evden çıkmış o kitaplar, kuzenlerin evine doğru.

Ama "internet var artık hayatımızda" dedim, bir umut. Yine de bulduklarım, benim hayatımda kocaman bir yer edinen bu kitaplara dair ufacık bilgilerdi. Üzücü birşey, Kemalettin Tuğcu'ların Ömer Seyfettin'lerin sarmalındaki bir kuşağa, bu sarmalı koparmakla birlikte sınır tanımayan, ileri bilinçler açan bu cesur denemelerin bu kadar az bilinir, anımsanır olunuşu ve hatta yeni kuşaklara aktarılmayışı cidden çok üzücü.


İşte o ufacık izlerle başladı iki günlük yolculuğum, önce kapak fotoğraflarına baktım, başka yayınevlerinden baskıları da olmuş bazılarının, ama benim kitaplarım onlar değildi. Sonra da kitap hakkındaki bir iki kısa yazıyı okudum. Ardından geçmişi anımsamaya çalıştım, genelde annannemin evindeydim bunları okurken, okuldan çıkmışım, annem işten gelene kadar kardeş ile annannemdeyiz. O koca somyaya oturan ve sürekli okuyan ufacık Ebru... Peki kitaplar ne anlatıyordu, işte bu içerikleri eksiksiz hatırlamak imkansız ama kendimi o öykülerdeki bir karakter yerine koyup uzun uzun kurduğum hayalleri kabaca hatırlamaktayım.


Yolculuğum devam etmekte, her hatıra ve bilgisine ulaşılan kitap yeni bir uğrak benim için. Azıcık mola verip ikisini buraya da aktarmak istedim. Birisi sanırım bilimkurgu sevdamı başlatan kitap, Talip Apaydın'dan, "Biz Varız" diyen bir uzay yolculuğu... Diğeri ise bana kendi ses rengimi sorgulattıran "Benim sesim ne renk?", hem de yazarı Reha Erdem... Bakalım bu kitaplar size de tanıdık gelecek mi?



Biz Varız (Kitabın Girişinden)

Biz Bir Küme Arkadaş
Büyük kentin gecekondu mahallesinde,
Biz bir küme arkadaşız.
Aynı okulun aynı sınıfında
Var gücümezle ve umudumuzla,
Geleceğe doğru çıktık yola.
Beş arkadaşız,
Bu engelli koşuda
Biz de varız.
Ayşe, Ali, Osman, Fadik
Hiçbirimiz buralı değiliz.
Konuşmamız, bakışımız ayrı
Huyumuz, tüyümüz değişik
Ama birbirimizi sevdik.
Analarımız, babalarımız
Hiç sormayın onları
Yoksul insanlar, iyi insanlar.
Türlü sorunların içinde
Bütün gün çalışır çırpınırlar,
Kendileri gibi olmayalım diye.
Üstümüze titrerler
Bize durmadan akıl verirler.
Benim adım Murat,
Yukarıda adım geçmedi,
Çünkü ben yazıyorum bunları.
Arkadaşlarım içinde yazarlığa en yatkın olan benim. Onlar da bunu kabul ediyorlar. Dediler 'Sen yaz Murat, bizim romanımız.' Şiirle başladım, düz yazı ile sürdüreceğim. Gerekirse oyuna bile geçebilirim. Yetki aldım kendilerinden. Bu konuda bana güveniyorlar.


Benim Sesim Ne Renk?
ayşenil çok seviyor çiçekleri
ve en güzellerini bulduğunda
kurutuyor defterinin yaprakları arasında
bense ne çok seviyorsam da kedileri
ya tırmık yiyorum, ya sopa
ne zaman kalkışsam
kedileri defterimin arasında kurutmaya!