23 Ağustos 2010 Pazartesi

Río de la Plata'nın müziği: Tango’nun serüveni



(ufak bir öneri; yazıyı okurken hızlı ritminden dolayı ayak uydurmaya zorlansam da dinlemekten, eşliğinde dansetmeye çalışmaktan vazgeçemediğim bu ezgi ile yazıyı okur musunuz? teşekkürler... Pedro Laurenz'den, Milonga De Mis Amores)



Rio de la Plata'nın varoşlarında doğan Tango bugün genellikle tutkulu aşkın estetik temsili olarak algılanıyor. Oysa Tango’nun 150 yıllık serüveni bize bundan çok ötesini anlatıyor

“Sen tangonun sadece banliyölerini tanıyordun,
orkestra tarafından çalınan, smokin giyen yüzünü.”
Enrique Santos Discépolo

Tangonun 80’li yıllardan beri artan popülaritesiyle konser salonlarında, dans gösterilerinde ve “milonga geceleri”nde karşılaşılan hali, bu dansın ve ona eşlik eden müziğin kökenlerini unutmayı, anlattığı gerçek hikayeyi gözden kaçırmayı kolaylaştırıyor. Dolayısıyla çoğunluğun tangoyu salt kadınla erkek arasındaki tutkulu aşkın estetik temsili olarak algılaması, salona sığdırılmak üzere ehlileştirilmiş bu dansın sıklıkla “yatay bir tutkunun dikey ifadesi” klişesiyle tanımlanması şaşırtıcı değil.

Oysa “çöp kutusunun bir ganimet, sıçanın ev hayvanı olduğu bir dünya”da doğmuştur tango: Arjantin- Uruguay sınırında, Buenos Aires, Rosario ve Montevideo’yu da içine alan Río de la Plata’nın varoşlarında. Hem kelime hem de müzik olarak tangonun kökeni hala tartışmalı olsa da, 19. Yüzyılın ikinci yarısında bu bölgenin, özellikle de Buenos Aires’in özgün koşullarında ortaya çıktığı kesindir.

Bu dönem, Arjantin ekonomisinin en büyük merkezi olan liman kentinin mevcut yoksullarına -eskiden köle olan Siyahlar, kırsal kesimden kente göçen topraksızlar, iç savaştan kurtulmuş olan mestizolar -, kendi ülkelerindeki sefaletten, savaşlardan ve eşitsizliklerden kaçmaya çalışan Avrupalıların eklendiği bir dönemdi. “Taşı toprağı altın” bir yeni vatan umuduyla gelen göçmenler, tüm topraklar çoktan birkaç belirli aile elinde toplanmış olduğundan, aradıkları yaşam alanını Buenos Aires’te buldular. Çoğunlukla şehrin başka kesimlerine taşınan zenginlerden kalan ve tek tek odaların kalabalık ailelere kiralandığı büyük evlerde (conventillo), Arjantin’in diğer dışlanmışlarıyla yaşamaya başladılar ve farklı kültürlerden gelen bu insanlar, birlikte, tamamen farklı bir şey ürettiler.

Göçmenler yanlarında müziklerini, çalgılarını ve danslarını da getirdiler. Kısa zamanda, Arjantin kırsalının müziği olan milonga, yeni gelen polkalarla, mazurkalarla, vals ve habanera ile birleşerek zenginleşti; Afrikalı ve Amerikalı adımlarla ritimler, Avrupa müziği ve koreografisiyle karışmaya başladı.

İlk tangolar gitar, arp ve flütle, bazen de akordiyonla çalınıyordu. Bugün Arjantin tangosunun olmazsa olmazı haline gelen bandoneonun Almanya’dan buraya ulaşması ise, yaklaşık 1865 yılını buldu. İlk yapımcısının dini ve popüler müzik için tasarladığı çalgı, tekil ses dizilerinden çok akorların icrası için uygun bir yapıya sahipti. Bu yapısal elverişsizliğe karşın Río de la Plata müzisyenleri çalgının tınısını müziğin ruhuna uygun bulmuş olacaklar ki bandoneon kısa zamanda tango orkestrasının en temel unsurlarından biri haline geldi; ağır ve derin sesiyle flütün yerini aldı. Zamanla keman, piyano, kontrabas gibi çalgılar da orkestraya eklendi.

Kenar mahallelerin sokaklarında, genelevlerde ve tavernalarda duyulan ilk tangoların ana temasını genellikle baştan çıkarıcı ve kararsız bir kadınla, onun için kavga eden iki erkeğin hikayesi oluşturur; ancak hikayelerin arka planı, genelde romantikleştirildiği kadar naif değildir. O dönemde bölgede erkek-kadın nüfusu arasındaki olağanüstü sayısal dengesizlik nedeniyle fuhuş, en yaygın ve organize ticaret alanlarından biriydi (şarkı ve dansların ana karakterleri de genellikle bu sektörden seçilmişti). Avrupa’ya tonlarca sığır eti ve deri gönderilen Buenos Aires limanına “ithal ürünleri” olarak, Avrupa merkezli fuhuş mafyaları tarafından kaçırılmış veya iş bulma gibi vaatlerle kandırılmış kadınlar getiriliyordu. Yüzeye hafif kadınlarla maço delikanlıların aşk hikayeleri olarak yansıyan bu ilk tangolar gerçekten dinlendiğinde, köklerinden koparılmışlığın, hayal kırıklığının, ezilmişliğin sesi duyulabilir; müziğin çok senkoplu yapısı sadece Afrika ritimlerindeki köklerini değil, ait olduğu yaşamın dengesizliğini de yansıtır. Tempoda ve ses yapısındaki tezatlar, hatta temel tondaki değişimler tangonun belirleyici özelliklerindendir. Ağırlıkla baskın olan minör tonlar olmasına karşın müzisyenler araya sıklıkla majör tonları kullanan parlak geçişler sıkıştırır; sürekli düzenli ritme yaklaşır ama ona teslim olmazlar.

Üst sınıflar için bu haliyle tango, elbette kabul edilemez, yoz ve bayağı bir müziktir. Afrikalı kölelerin özgürlük talebiyle sokaklarda toplandıklarında çaldıkları davulların tamtamları, tangoda hala kulak tırmalayacak kadar duyulur haldedir; sokak kadınlarının müstehcen figürleri, kenar mahalle bıçkınlarının bıçak kavgaları, henüz dans salonlarına girecek saflığa gelmemiştir. Yine de tango, şehrin eteklerinden, yavaş yavaş merkeze doğru yol almaya başlar. İtalyan göçmeni gezgin satıcıların organtinoları ve iyi ailelerin kenar mahallelerde macera arayan bohem çocukları, bu yayılmayı hızlandıracaktır. 20. Yüzyılın başında tango artık sadece varoşların değil, işçi sınıfının ve orta sınıfın yaşadığı mahallelere ulaşmıştır. Bu sırada Arjantin’den Avrupa’ya giden müzisyenler, orada büyük beğeniyle karşılanırlar. Arjantin seçkinlerinin yeni modaları takip etmek için gözlerini üzerinden ayırmadığı Paris’te tangonun takdis edilmesi, Buenos Aires sosyetesinin de birden bu dansa ve müziğe ilgi duymasına yol açar.

Tango kültürünün geçirdiği bu değişimin müziğe de yansıması kaçınılmazdı. Genelde eğitimsiz icracılar tarafından doğaçlama ağırlıklı olarak icra edilen müziğin yerini giderek daha eğitimli müzisyenler, daha gelişkin orkestralar ve dolayısıyla daha önceden belirlenmiş bir müzik almaya başlar; tango müzisyeni profesyonel besteci statüsüne yükselir. Dans giderek yavaşlar, sosyal olarak daha kabul edilebilir bir hale gelir; dans etmek için sokaklardan daha uygun yerlere ihtiyaç duyulur. Bu arada o zamana kadar ağırlıklı olarak Buenos Aires’e özgü sokak ağzıyla yazılan şarkı sözlerinin yerini, görgülü şairlerin incelikli metinleri alacaktır. Tango için söz yazmanın nitelikli şairler arasında moda haline gelmesiyle birlikte, şarkıcının müzikteki önemi de giderek artar. Tango’nun ilk starı, Arjantin’in Elvis Presley’i Carlos Gardel, bu dönemde parlar.

1930’da bir yandan dünyadaki ekonomik krizin etkisi, diğer taraftan Arjantin’de gerçekleşen darbe ve onu izleyen diktatörlük dönemi, tangonun nispeten etkinliğini kaybettiği bir sürece yol açtı. Yine de müzik varlığını sürdürdü. 30’lu yılların belki de en göze çarpan besteci-şairi, “20. Yüzyıl bir çöp yığınıdır, kimse bunu inkar edemez” sözlerinde olduğu gibi genelde karamsar yaklaşımıyla tanınan Discépolo’ydu.

1943’te iktidara gelen Peron ve eşi Evita’nın tango tutkusu, 30’larda askıya alınan tangonun altın çağının yüzyıl ortasına kadar sürmesinde önemli bir etken olur. 40’lı yıllarda Buenos Aires’te 600 civarında tango orkestrası kafelerden şehir merkezindeki ünlü kabare ve tiyatrolara kadar pek çok yerde iş buluyordu. Tango tekrar kent yaşamının bir parçası olmuştu; ancak ağırlıklı olarak profesyonel müzisyenlerin icra ettiği ve diğerlerinin sadece dinlediği bir müzik olarak. Sözler de giderek yumuşamış, daha romantik ve nostaljik bir hale gelmişti – aslında hiç olmamış, şiirsel bir toplumda geçirilen gençliğin tatlı hatırası... Tangonun altın çağı, rock-n-roll’un 50’lerdeki çıkışıyla sona erdi.

Rönesans ise 1980’lerde gelecekti. Bu yeniden doğuşun bir nedeni, çift danslarının tüm dünyada tekrar popülarite kazanması ve bu arada Arjantin’in en iyi dansçılarının dünyayı turlayan gösterilerde yer almasıydı. Diğer yandan Astor Piazzola ve onun “yeni tango”su, Batı dünyasının tangoyu yeniden keşfetmesini sağladı. Tangonun klasik Batı müziği ve cazla harmanlanmış, sözlerden arındırılmış yeni hali, sanat müziğiyle uğraşan çevreler ve global orta sınıf tarafından da hızla benimsendi. 1976 darbesinden sonra ülkeyi terk edip Avrupa’ya kaçan müzisyen ve sanatçılar da tangonun yeniden moda haline gelmesinde etkili oldu.

Bugün tangoyu insanlar için cazip kılan çoğunlukla onun görünür kısmı, dansıdır. Konserlerde dinleyici çekebilmek için sıklıkla bir çift dansçıya da yer veriliyor. Ama dans kulüplerinde, otellerde düzenlenen milongalarda conventilloların sesini duymak artık mümkün değil.

Zeynep Helvacı

Kaynaklar:
Birkenstock, A. ve Rüegg, H., Tango, München: Deutscher Taschenbuch V.,1999
Fernandez, Eduardo, El Tango at a glance, http://www.tangoconcepts.com/history.html
Miller, T.E. ve Shahriari, A., World Music, New York: Taylor&Francis, 2009

bu yazı Bizim Amerika internet sitesinden alınmıştır.

19 Ağustos 2010 Perşembe

...


Lazeburi'yi dinlediniz mi? Hani o karadenizin dört bir yanından, en doğal halleri ile derlenen türkülerin içerisinde yer aldığı 2 cdlik albümü? Eski makara bant ya da kasetlerden elde edilen kayıtlar, köy ziyaretlerinde kaydedilen derlemeler ve Birol Topaloğlu...

Ben dinledim, karadenizin acılarını ve aynı zamanda hırsını, yaşama tutunuşunu, aşklarını, neşesini hissettim. Her coğrafyanın bir benzerini muhakkak yaşadığını, karadenizin içinden hissettim, kendimi onlardan birisi gibi hissederek. İşte o noktada başladı bendeki Birol Topaloğlu sevdası... Evet bu bir sevda, müziğe dair, kültüre dair ve kültürün olması gereken hali ile, en doğal hali ile yaşatılmaya çalışılmasına dair...

Beni tanıyanlar bilir, hala her ay kendisine ufacık bir bütçe ayırıp, o parayı cd'lere harcayan birisiyim. Hem de nasıl bir heyecandır bu benim için anlatamam, acaba bu ay yeni ne bulacağım diye... Bu ay elime bir derleme albümü geçti, hem de Lazeburi tadında. Güzel olan da bu albümün yaratıcısın da Lazeburi'den benim kadar etkilenmesi ve üstüne esinlenmesi idi...

"Saklı Ezgiler Kizirnos", Mecit Çeliktaş'ın kendi köyünden, Kizirnos'dan (Kayacık) Fadime teyzenin, Meva, Emine ve Asiye teyzelerin seslerinin kayıtlarından oluşmakta. Olabildiğine yanıbaşınızda, kendi nineniz söyler gibi. Hele bir dinleyin...




Kizirnos Trabzon, Araklı'ya bağlı bir köy. Ama Birol Toplaoğlu'nun değerlendirmesine göre albümde yer alan parçalar Tranzon ve çevresinin bilinen müziğinden farklılıklar göstermekte, köyün göçebe tarihinden izler taşımakta. Doğu Karadeniz ve hatta Türkiye'nin pek çok yöresinden göç alan bu köy, bu farklı gelenekleri, yaşanmışlıkları müziğinde bir araya getirerek kendi müzik geleneğini oluşturmuş. Ayrıca albüm kapağında Kizirnos ve Kzirnos'da geçen pek çok hikayeye dair bilgiler de mevcut.

Bu tür albümler için hep şöyle denir, "değerli bir derleme, akademik bir kaynak ama genellikle o bölgenin müziğine ilgi duyanlara hitap etmekte". Ben öyle düşünmüyor ve muhakkak bu albümü edinin, dinleyin diye sözlerime noktayı koyuyorum. Dinledikten sonra düşüncelerinize dair beni de bilgilendirirsiniz di mi? :))

2 Ağustos 2010 Pazartesi

Sürülmüş Toprak ... "el arado"



Sürülmüş Toprak (Victor Jara)

sımsıkı tuttum ve
batırdım sabanı toprağa
çalıştım yıllar yılı
şaşmamalı yıpranmama.

uçuyor kelebekler, cırlıyor çekirgeler
kararıyor karardıkça tenim
ve parıldıyor güneş, parıldıyor, parıldıyor.
ter beni, ben toprağı sürüyorum,
durmadan, dinlenmeden.