29 Temmuz 2010 Perşembe

kitapları bulamadım ama...

sadece izi kalmış bende, bir de kapak dizaynının zihnimdeki buğulu görüntüleri... hangi yayınevindendiler? bilmiyorum... yazarlarını bile zor hatırladım açıkcası, dayımın seçmeleriydi. Behrengilere ek olarak Türkiye'den yazarların çocuk öyküleriydi dayımın seçtikleri, önce ben okudum benden sonra da kardeşim. Sanırım sonra da küçük kuzenlere geçmiş bizim kitaplar.

Memleketteyim bir haftadır, aradım taradım, bakılmadık köşe bucak bırakmadım ama yoklar... dedim ya sanırım bizim evden çıkmış o kitaplar, kuzenlerin evine doğru.

Ama "internet var artık hayatımızda" dedim, bir umut. Yine de bulduklarım, benim hayatımda kocaman bir yer edinen bu kitaplara dair ufacık bilgilerdi. Üzücü birşey, Kemalettin Tuğcu'ların Ömer Seyfettin'lerin sarmalındaki bir kuşağa, bu sarmalı koparmakla birlikte sınır tanımayan, ileri bilinçler açan bu cesur denemelerin bu kadar az bilinir, anımsanır olunuşu ve hatta yeni kuşaklara aktarılmayışı cidden çok üzücü.


İşte o ufacık izlerle başladı iki günlük yolculuğum, önce kapak fotoğraflarına baktım, başka yayınevlerinden baskıları da olmuş bazılarının, ama benim kitaplarım onlar değildi. Sonra da kitap hakkındaki bir iki kısa yazıyı okudum. Ardından geçmişi anımsamaya çalıştım, genelde annannemin evindeydim bunları okurken, okuldan çıkmışım, annem işten gelene kadar kardeş ile annannemdeyiz. O koca somyaya oturan ve sürekli okuyan ufacık Ebru... Peki kitaplar ne anlatıyordu, işte bu içerikleri eksiksiz hatırlamak imkansız ama kendimi o öykülerdeki bir karakter yerine koyup uzun uzun kurduğum hayalleri kabaca hatırlamaktayım.


Yolculuğum devam etmekte, her hatıra ve bilgisine ulaşılan kitap yeni bir uğrak benim için. Azıcık mola verip ikisini buraya da aktarmak istedim. Birisi sanırım bilimkurgu sevdamı başlatan kitap, Talip Apaydın'dan, "Biz Varız" diyen bir uzay yolculuğu... Diğeri ise bana kendi ses rengimi sorgulattıran "Benim sesim ne renk?", hem de yazarı Reha Erdem... Bakalım bu kitaplar size de tanıdık gelecek mi?



Biz Varız (Kitabın Girişinden)

Biz Bir Küme Arkadaş
Büyük kentin gecekondu mahallesinde,
Biz bir küme arkadaşız.
Aynı okulun aynı sınıfında
Var gücümezle ve umudumuzla,
Geleceğe doğru çıktık yola.
Beş arkadaşız,
Bu engelli koşuda
Biz de varız.
Ayşe, Ali, Osman, Fadik
Hiçbirimiz buralı değiliz.
Konuşmamız, bakışımız ayrı
Huyumuz, tüyümüz değişik
Ama birbirimizi sevdik.
Analarımız, babalarımız
Hiç sormayın onları
Yoksul insanlar, iyi insanlar.
Türlü sorunların içinde
Bütün gün çalışır çırpınırlar,
Kendileri gibi olmayalım diye.
Üstümüze titrerler
Bize durmadan akıl verirler.
Benim adım Murat,
Yukarıda adım geçmedi,
Çünkü ben yazıyorum bunları.
Arkadaşlarım içinde yazarlığa en yatkın olan benim. Onlar da bunu kabul ediyorlar. Dediler 'Sen yaz Murat, bizim romanımız.' Şiirle başladım, düz yazı ile sürdüreceğim. Gerekirse oyuna bile geçebilirim. Yetki aldım kendilerinden. Bu konuda bana güveniyorlar.


Benim Sesim Ne Renk?
ayşenil çok seviyor çiçekleri
ve en güzellerini bulduğunda
kurutuyor defterinin yaprakları arasında
bense ne çok seviyorsam da kedileri
ya tırmık yiyorum, ya sopa
ne zaman kalkışsam
kedileri defterimin arasında kurutmaya!

11 Temmuz 2010 Pazar

Gadjo'nun seçtikleri...



... Elbette çağların açılıp kapandığı bilgisine sahip olmak için okullara, kağıtlara ihtiyaçları yoktu. Kim birbirinden doğan ve birbirinin kucağında sönen mevsimleri gizli bir harita gibi izleyen Çingenelerden daha iyi bilirdi; çağların da aynı bilgelikle haraket ettiğini... Ancak yollarda oldukları bütün zaman boyunca Çingene gibi yaşamaktan başka bir şey düşünmemişlerdi.

Hayır ne kanlarında onları böyle yaşamaya zorlayan birşey vardı; ne de haklarındaki hurafelere kulak asmışlardı. Yalnızca zaman içinde edinilmiş köklü yaşam alışkanlıklarıydı bunlar; itilmenin, horlanmanın, avlanmanın yaratığı refleksler oldukları kadar tercihlerin, yönelimlerin, tesadüflerin de ürünüydüler... Hayatta kalabilmek için çevrelerine ördükleri gizemin ağdalandırıp büsbütün ayrıksı hale getirdiği töreler...

Çoğu kez kendilerine ölüm ve yoksulluk getirecek yasalardan ancak dere kenarındaki otlar kadar haberdar olmuşlardı. Yatağında sakin akan nehir nasıl kendi yolunu değiştirecek ya da büsbütün kurutacak yasalarına yabancıysa insanların, öyle...

Akıp giden zaman ve uzun yollar boyunca bütün maharetlerini törelerinden ödün vermeden varlıklarını sürdürmek için kullanarak Çingene gibi yaşamaya devam etmişlerdi. Yaşadıkları çaresizlik dağın ya da nehirinkinden pek farklı değildi. Ama dağa ve nehre çaresiz demek ne denli doğru olur ki?

(...)

Yüzlerce yıllık görkemli tarih boyunca şehirdeki şenliğin bir parçası olan Çingeneler, şimdi alelade dilencilere dönüşmüştü. Eski payitahta iktidarın gücü ve ihtişamını göstermek için dökülen servetin, İstanbul, Bursa gibi güçlü şehirlerle rekabetin, Yahudi, Rum, Ermeni, Bulgar nüfusun canlandırdığı şehir hayatı [Edirne] ardında iz bırakmadan yok olup gitmişti. Göçebelik ise uzak bir hayal bile değildi. Artık ne gidilecek, ne dönülecek bir yer kalmıştı. Geçmişin kayıp anıları, yuvaları dağıtılmış kuşlar gibi acı çığlıklar atarak zihinlerde umarsızca dolanıp duruyordu.

"Sonsuza dek yeryüzünde dolaşıp dursunlar, geceledikleri yerde ikinci kez konaklamasınlar, su içtikleri kaynaktan ikinci kez içmesinler, bir yıl içinde aynı nehirden iki defa geçmesinler." Efsanevi Çingene laneti, isyemdışı söylenen bir dua gibi içimde mırıldandı. Dilime kadar gelen cümleyi yüksek sesle söylemekten korkup elimle ağzımı kapattım. Ama onlar ne düşündüğümü anlamışlardı. Çingenelerin üstüne asıl lanet şimdi çökmüştü.

(...)

Kelimeler ve adlar zamana gömülse de bu dilin Çingene mahallesindeki varlığı, solunan hava gibi sessiz, güçlü, vazgeçilmezdi. Romanca, umutsuzluk ve yalandan ibaret hayatın sapsade tarifiydi.

Tanrıların korktuğu bu çocuklar geçekten kara topraktan yaratılmıştı. Ateş hırsızından bu yana tanrıları bir onlar şaşırtmıştı. Evlerden, eşyalardan, mülklerden, bayraklardan, kitaplardan, banka hesaplarından, inceden inceye hesaplanan güvenli gelecek düşlerinden çatılmış dünyayı çıplak ayaklarının altında çiğniyorlardı; bacası tüten, güneşi parlayan çocuk resimleri gibi acemice çiziştirilmiş hayalleri buruşturup atıyor, ne cennetle ödüllendiriliyor, ne cehennemle korkutulabiliyorlardı. Anı doludizgin yaşıyor, isteklerini ve umutlarını o ânın avuçlarına teslim ediyorlardı; çıplaktılar, yalnızdılar, umutsuzdular, inatçıydılar. Baş eğmiyor, ele avuca sığmıyorlardı; geleceğe inanmadıklarından tanrılara inançları yoktu, şimdiki zamanda sarulan hayatları kaderin ta kendisiydi.

Romanca iyi, kötü, korkunç ya da güzel olmayan bu sıfatsız ve geleceksiz hayatın şiiriydi.

(...)

Çingenelerin yurtları yabancılardan kaçırdıkları bilgi, söyledikleri yalan, çokbilmişliğin ve zalimliğin kararttığı gözlerin ulaşamadığı bir toprak parçasıdır. Çingeneler bu ele geçmez toprağı, soyağaçları gibi zihinlerinde taşır. ...


Okurken gadjonun gözüne takılan kısımlardı bunlar. Tamamı Ayşegül Devecioğlu'nun bir çingenenin öyküsünü ele aldığı "Ağlayan Dağ, Susan Nehir" romanında, ha bir de şu alıntıyı eklemeden bitirmeyeyim, benim kıymetlim...

"Yol yorgunudur Çingeneler, yerleşikliğin imkânsız olduğunu bilir, yerleşik hayatı kekeleyerek yaşarlar."

Son olarak bir de Rus çingenelerine kulak verelim mi?